Message
1951’de yedi yaşındayken Gary Schwartz müthiş bir keşifte bulundu. Evdeki televizyonu iyi görüntü vermesi için ayarlamaya çalışıyordu. Ceviz konsolun içinde yer alan yakın zamanda aldıkları siyah-beyaz Magnavox, filmlerde gördüğü insanlar için değil, onların oturma odalarına nasıl geldiği bakımından onu büyülüyordu. Bu yeni keşfin mekanizması birçok yetişkin için bile bir gizemdi. Televizyon, herhangi başka bir elektronik cihaz gibi, meraklı bir çocuğun parçalara ayırıp anlamak isteyeceği bir aletti. Bu tutku dedesinin ona verdiği eski radyolarda kendisini belli ediyordu. Ignatz Schwartz, Long Island, Great Neck’deki dükkanında televizyon ve radyolar için yedek tüpler satıyordu ve tamir edilemeyecek olanları torununa parçalaması için veriyordu. Gary’nin yatak odasının bir köşesi deneylerinden arta kalan döküntüyle doluydu –tüpler, dirençler ve dedesinin verdiği radyo kalıntılarının doldurduğu raflar onun yaşam boyu sürecek elektronik merakının ilk işaretleriydi.
Gary televizyonun üzerindeki anteni kıvırma şeklinin resmin netliğine etki ettiğini biliyordu. Babası televizyonların radyo dalgalarına benzeyen görünmez, havadan giden ve bir şekilde görüntüye dönüşen bir şeylerden güç aldığını ona anlatmıştı. Gary zaten bazı basit deneyleri gerçekleştirmişti. Anten ve televizyonun arasında bir yerde durduğun zaman görüntünün kaybolduğunu biliyordu. Antene belirli bir şekilde dokunduğunda görüntünün daha net olduğunu da biliyordu.
Bir gün, Gary antenin vidalarını çıkarttı ve parmağını kablonun olduğu yere yerleştirdi. Ekranda olması gereken statik gürültü ve karışıklık aniden yerini mükemmel bir resme bıraktı. O kadar genç yaşta dahi Gary insanoğluyla ilgili olağandışı bir şeylere tanıklık etmekte olduğunu fark etmişti: bedeni televizyon anteni gibi, bu görünmeyen bilginin alıcısı gibi davranıyordu. Aynı deneyi radyoyla tekrarladı parmağını antenin yerine koydu – ve aynı şey oldu. İnsanın yaradılışında olan bir şey televizyonun üzerindeki çatal antenin yaptığı işi yapıyordu. Kendisi de zaman ve uzaydan gönderilen sinyalleri alan, görünmeyen bilginin alıcısıydı.
Ancak onbeş yaşına gelene kadar bu sinyallerin neden oluştuğunu gözünde canlandıramadı. Elektro gitar çalmayı öğrenmişti ve aletin değişik sesler çıkartmasını etkileyenin ne olduğunu merak ediyordu. Aynı notayı, orta C, çalabilir ancak düğmeyi ne tarafa çevirdiğine bağlı olarak bas ya da tiz ses çıkarabilirdi. Tek bir notanın bu kadar farklı ses çıkarması nasıl mümkün olabilirdi? Okulda fen projesi için kendi müziğini kayda aldı, sonra West Babylon’daki evinden birkaç yüz mil uzaklıkta New York’ta sesin frekansını analiz edebilecek cihazları olan bir firma buldu. Kayıtlarını cihaza yüklediğinde notaları özlerine kadar çözümledi. Her nota önünde duran katod ışını tüpünün ekranında bir dizi eğri büğrü çizgi – düğmeyi bas ya da tiz yönüne çevirdiğinde sürtonların bir karışımını temsil eden yüzlerce karmaşık frekans - ortaya çıkıyordu. Gary bu frekansların dalga olduklarını; monitörde yan duran S, ya da sine dalga – bir halatı iki ucundan tutup salladığınızda olduğu gibi – ve periyodik salınımları olduğunu biliyordu. Her konuştuğunda sesiyle benzer frekanslar yarattığını da biliyordu. Televizyonla yaptığı deneyleri hatırladı ve içindeki enerji alanının ses dalgalarıyla bir akrabalığı olup olmadığını merak etti.
Gary’nin çocukluk deneyleri basit olabilirdi ancak niyet biliminin temel mekanizmasıyla karşılaşmıştı: tıpkı bir televizyon istasyonu gibi, düşüncelerimizdeki bir özellik sürekli yayın halindeydi.
Schwartz, bir yetişkin olarak hala coşku ve heyecan doluydu, psikofizyoloji ile ilgilenmeye başladı ve sonra da zihnin beden üzerindeki etkisini araştıran bir çalışma yaptı. Araştırmaları teşvik etmesiyle bilinen University of Arizona’ya kabul edildiğinde, zihnin kan basıncını ve bir çok hastalığı kontrol etmesinden ve değişik düşüncelerin güçlü fiziksel etkisinden büyüleniyordu.
1994 yılında bir hafta sonu, sevgi ve enerji ile ilgili bir konferansda bio geri bildirimin öncülerinden biri olan fizikçi Elmer Green ile tanıştı. Green’in de Schwartz gibi zihnin yaydığı enerji ilgisini çekiyordu. Green bu konuyu daha yakından incelemek için uzaktan şifa veren kişilerle çalışmaya ve şifa sürecinde normalden daha fazla elektriksel enerji yayıp yaymadıklarını belirlemeye karar vermişti.
Green yaptığı konuşmada, dört duvarı ve tavanı tamamen bakırdan yapılmış ve bunlara bağlı elektroensefalogram –yükselticileri (EEG)- beynin elektriksel faaliyetini ölçmekte kullanılan bir cihaz olan bir oda yaptığını anlattı. Normal olarak EEG yükselticisi, içinde elektrodlar olan bir başlığa yerleştirilir ve her bir elektrod beynin farklı bölgelerinin çıkardığı elektrik yükünü kaydeder. Başlık kişinin başına yerleştirilir ve algılanan elektriksel faaliyet yükselticide sergilenir. EEG’ler olağanüstü hassastırlar ve en küçük hareketi – hatta bir volt elektriğin milyonda birini bile algılayabilirler.
Green uzaktan şifade üretilen sinyalin elektriksel olduğunu ve şifacının ellerinden çıktığından şüpheleniyordu. EEG başlığı yerine EEH yükselticilerini bakır duvarlara takmıştı. Bakır duvar dev bir anten vazifesi görüyor, şifacılardan çıkan elektriği saptama yeteneğini büyütüyor ve Green’in bunu beş ayrı yönden yakalamasını sağlıyordu.
Green, şifacı şifa gönderdiğinde EEG’nin bunu dev bir elektrostatik şarj –ayaklarınızı yeni bir halıya sürttükten sonra metal bir kapı koluna dokunduğunuzda ortaya çıkan elektronların birikmesi ve boşalması ile aynı olay- olarak kaydettiğini fark etti.
Bakır duvar deneyinin ilk günlerinde Green muazzam bir problemle yüz yüzeydi. Şifacı parmağını bile oynatsa bu EEG yükselticisine kaydediliyordu. Green şifanın gerçek etkilerini elektrostatik gürültüden ayıracak bir yol bulmalıydı. Düşünebildiği tek yol şifacıların şifa enerjisi gönderirken tamamen hareketsiz olmalarıydı.
Schwartz konuşmayı artan bir heyecanla dinledi. Green belki de datanın en ilginç kısmını gözardı ediyor diye düşündü. Bir kişinin gürültüsü diğer kişinin sinyali olabilirdi. Hareket, hatta nefes alınması bile bakır duvarlar tarafından algılanacak kadar büyük bir elektromanyetik sinyal yaratıyor olabilir miydi? İnsanlar sadece sinyallerin alıcısı değil, aynı zamanda göndericisi olabilirler miydi?
Enerji yayıyor olmamız akla yakındı. Tüm canlı dokuların elektrik yükü taşıdığını ispatlayan çok sayıda kanıt vardı. Bu yükün üç boyutlu alana yerleştirilmesi ışık hızında hareket eden elektromanyetik alan yaratıyordu. Enerjinin iletilmesiyle ilgili mekanizma biliniyordu, ancak basit hareketler yaparak ne dereceye kadar elektromanyetik alanlar gönderdiğimiz ve enerjimizin diğer canlılar tarafından algılandığı net değildi.
Kaynak : Niyet Deneyi - Lynne McTaggart