Message
Evren hareketsiz, birbirinden kopuk nesnelerin deposu değil, sürekli yeni oluşumlar içinde olan tek bir organizmanın birbiriyle bağlantılı enerji alanlarıydı. Ölçülemeyecek kadar küçük bir seviyede dünyamız tüm bileşenleri sürekli birbirleriyle telefonlaşan muazzam bir kuantum bilgi ağına benziyordu.
Bu küçük kuantum olasılık bulutunu katı ve ölçülebilir olarak dağıtabilecek tek şey bir gözlemcinin varlığıydı. Bilim adamları bu atomaltı parçacıkları ölçmek üzere daha yakından incelemeye karar verdiklerinde saf potansiyel olarak var olan varlık belirli bir duruma “dönüşüyordu”.
Bu ilk deneysel bulguların ima ettikleri çok önemliydi: canlı bilinç bir şekilde olasılığı gerçeğe dönüştürüyordu. Bir elektrona baktığımız ya da bir ölçü aldığımızda son halinin belirlenmesine yardımcı oluyor gibiydik. Bu, evrenimizi yaratmamızdaki en temel malzemenin onu gözlemleyen bilinç olduğunu ima etmekteydi. Kuantum fiziğindeki önemli isimler evrenin demokratik ve katılımcı –gözlemleyen ve gözlemlenen arasındaki ortak çabanın sonucu- olduğunu tartışmaktaydı.
Kuantum deneylerindeki gözlemleyen etkisi kabul edilmiş doktrinlerine karşı bir kavramın ortaya çıkmasına yol açtı: canlı bilinç bir şekilde şekillenmemiş kuantum dünyasının gündelik yaşama benzeyen bir şeye dönüşmesi sürecinde merkezi bir rol oynamaktaydı. Bu, gözlemleyenin gözlemlenenin var olmasını sağladığı anlamına gelmesinin yanısıra, evrendeki hiç bir “şeyin” bizim onu algılamamızdan bağımsız olarak var olmadığını ima etmektedir.
Bu gözlemlemenin –bilincin işe katılmasının- jölenin şekillenmesini sağladığını ima etmektedir.
Bu, gerçekliğin sabit değil akışkan ya da değişebilir ve böylece etkilenmeye açık olduğunu ima etmektedir.
Bilincin yarattığı ve hatta belki de fiziksel evreni etkilediği düşüncesi mevcut fizik anlayışımıza meydan okumaktadır. Bu on yedinci yüzyıl düşünürü Rene Descartes tarafından geliştirilmiş teorilerden ortaya çıkan, zihnin maddeden farklı ve ayrı olduğunu, bilincin tamamen beyinden kaynaklandığını ve kafatasımızın içinde kapalı olduğunu söyleyen dünya görüşüdür.
Birçok günümüz fizikçisi bu muammaya –büyük şeylerin birbirinden ayrı olmasına rağmen onları oluşturan minik yapı taşlarının sürekli ve hiç durmayan bir iletişim içinde olmaları muammasına- omuzlarını silkerler. Yarım yüzyıldır fizikçiler bir elektronun atomaltı olarak bir davranış şekli varken daha büyük bir bütünün parçası olduğunu anladığında “klasik” (yani Newton bakış açısı) anlayışa dönüşmesini, sanki bu bir anlam ifade ediyormuş gibi, kabul etmişlerdir.
Temel olarak bilim adamları kuantum fiziğinin ortaya koyduğu ve ilk öncülerinin cevaplayamadığı belalı sorulara aldırmaktan vazgeçmişlerdir. Kuantum teori matematiksel olarak çalışır. Atomaltı dünyayla nasıl başa çıkacağımızla ilgili son derece başarılı bir reçete sunar. Atom bombası ve lazerlerin yapılmasına ve güneşin yaydığı radyasonun çözümlenmesine yardımcı olan da oydu. Günümüzün fizikçileri gözlemleyen etkisini unuttular. Zarif denklemleriyle kendilerini memnun etmekte ve birleştirici Her Şeyin Teorisi’nin formüle edilmesini ya da tüm çelişkili keşiflerin merkezi bir teoride toparlanacağını ümit ettikleri ve sıradan insanların algıladıklarının ötesinde bir kaç yeni boyutun daha keşfedilmesini beklemekteler.
Otuz sene önce, bilimsel camia kendi yolunda ilerlerken dünyanın her tarafındaki prestijli üniversitelerden küçük bir grup öncü bilim adamı Kopenhag Yorumu’nun metafiziksel imalarını ve gözlemleyen etkisini değerlendirmeye karar verdi. Eğer madde değişkense ve bilinç maddenin belirli bir şekil almasını sağlıyorsa, o zaman bilincin bir şeyleri belirli bir yöne itmesi de muhtemel görünüyordu.
Araştırmaları basit bir soruya dayanıyordu: eğer dikkat fiziksel maddeyi etkiliyorsa, o zaman niyetin amaçlı olarak değişim yaratmanın üzerindeki etkisi neydi? Kuantum dünyasına gözlemleyen olarak katılarak sadece yaratanlar değil aynı zamanda etkileyenler de olabilirdik.
“Yönlendirilmiş uzaktan zihinsel etki” ya da “psikokinesis” ya da kısaca “niyet” ya da “niyetlilik” adını verdikleri üzerine deneyler yapmaya başladılar. Nasıl elde edileceği ile ilgili amaçlı bir plan olmadan sadece sonuca odaklanma anlamına gelen arzunun aksine, niyetin ders kitaplarında yer alan tanımı “istenilen sonucu elde etmeye yönelik bir hareketin yapılması için amaçlı plan” dır. Bir niyet, niyet edenin kendi hareketlerine dönüktür; istenilen işin yapılması için bir taahhüt ve belirli bir mantık gerektirir. Niyet, amaç ifade eder, bir hareket planının anlayışı ve tatmin edici bir sonucun planlanmasını içerir. Institute of Noetic Sciences’ta araştırma ve eğitimden sorumlu başkan yardımcısı ve uzaktan etki üzerine çalışan ilk araştırmacılardan biri olan Marilyn Schlitz, niyeti “bir nesne ya da sonuca odaklı, amaç ve fayda içeren farkındalığın yansıtılması” olarak tanımlar. Fiziksel maddeyi etkileyebilmek için düşüncenin son derece hedefe yönlendirilmiş olması gerektiğini düşünüyorlardı.
Kaynak : Niyet Deneyi - Lynne McTaggart