İlk paradoks nesnelerin mekanik hareket yasasına göre hareket etmemeleriydi. Fizikçiler nesnelerin hareketleriyle ilgili belirli temel fikirlere alışkındılar. Newton yasalarına yani hareket halindeki maddenin klasik mekanik tanımlamasına bağlı bir “inanç” vardı. Bu tanımlamaya göre hareket, değişen pozisyonların kesintisiz bir “harmanıydı”. Nesne bir noktadan diğerine bir “akış” içinde deviniyordu.
Kuantum mekaniği ise bu tanımlamayı desteklemiyor, hatta hareketin bu şekilde olamayacağını gösteriyordu. Nesneler bağlantısız yani süreksiz bir tarzda hareket ediyorlardı. Görünüşe göre çaba göstermeden ve iki yer arasında hareket etme zahmetine katlanmadan bir yerden başka bir yere “atlıyorlardı.”
İkinci paradoks, bilimcilerin, doğanın gözlemlendiği ve gözlenenin “nesnel olarak” tanımlandığı makul ve düzenli bir sürecin mevcut olduğunu düşünmeleriydi. Bu görüş, orada olduğu gözlemlenmiş herhangi bir şeyin gerçekten orada olduğu kanısına dayanıyordu. Bilimde nesnelliğin olmaması fikri aklı başında herhangi bir insana, özellikle de bir fizikçiye son derece ters gelir.
Buna rağmen kuantum mekaniği bir kişinin atomik ölçekte doğayı gözlemek için kullandığı aracın görüneni “yarattığını” ve belirlediğini göstermiştir. Bu, ışığa renkli filtrelerle bakmaya benzer. Işığın rengi kullanılan filtreye bağlıdır. Ama kuantum söz konusu olduğunda, filtrelerden kurtulmanın bir çaresi yok. Fizikçiler filtrelerin ne olduğunu bilmiyorlar. Gözleyenden tümüyle bağımsız özellikleri olduğu varsayıldığı takdirde, maddeyle ilgili en temel fikir olan “parçacık” kavramının bile yanlış anlaşıldığı ortaya çıkıyor. Yani, bir kişinin ne gözlediği, o kişinin neyi gözlemeyi seçtiğine bağlıdır.
Bu kendi içinde, paradoksal bir sav değildir. Ancak gözlemler toplamından yola çıkılarak oluşturulan gözlenenin bütünsel resmi anlamsız gibi görünüyor.