Message
Ruhsal bir deneyim yaşayan insanlar değiliz
İnsan deneyimi yaşayan ruhsal varlıklarız.
(Teilhard de Chardin: İnsan Fenomeni)
Doğmak bir uyku ve unutuştur:
Bizimle yükselen, yaşamımızın Yıldızı Ruh,
Mekanın ötededir
Ve uzaklardan gelir:
Ne tam bir unutulmuşluk Ne tam bir çıplaklık,
Ama şükran bulutları
Evimiz olan Tanrı’dan gelir.
Cennet, çocuklukta yatar!
Hapsin gölgeleri
Büyüyen çocuğun üzerine kapanır.
(William Wordsworth, Övgü: Ölümsüzlüğün İmaları)
Holotropik hallerde genellikle özdeşleştiğimiz bedenlenmiş egonun sınırlarını aşıp başka insanlar, hayvanlar, bitkiler ve hatta doğanın inorganik parçalarıyla ya da çeşitli mitolojik varlıklarla özdeşleştiğimize dair ikna edici deneyimler yaşarız.
Yaratılışın içerisinde algıladığımız ayrım ve kesintilerin sahte ve yanıltıcı olduğunu keşfederiz. Tüm sınırlar kalkıp da onları aşınca Mutlak Şuur ya da Kozmik Boşluk olarak yaratıcı kaynağın kendisiyle özdeşleşebiliriz. Böylelikle gerçek kimliğimizin bireysel benlik değil Evrensel Benlik olduğunu keşfederiz.
Eğer en derin düzeyde tanrısalsak ve evrenin yaratıcı ilkesiyle özdeşsek maddi bir dünyadaki fiziksel bedenler olduğumuza dair yoğun inancımıza ne demeli? Gerçek kimliğimizle ilgili bu temel cehaletin, Alan Watts’ın dediği gibi “kim olduğunu bilme tabusu”nun (Watts 1966), bu gizemli unutkanlık perdesinin doğası nedir? Nasıl olur da sınırsız ve zamansız ruhsal bir varlık kendinden ve kendi içinde, kendilerini kaynaktan ve birbirlerinden ayrı varlıklar olarak deneyimleyen canlı varlıklarla dolu katı bir gerçekliğin sanal bir suretini yaratır? Dünya dramasındaki oyuncular nasıl olur da böyle bir illüzyonun objektif varlığına inanacak derecede kandırılabilirler?
Çalıştığım insanlardan duyduğum en iyi açıklama şudur: Kozmik yaratıcı ilke kendini kendi mükemmelliğine hapseder. İlahi oyunun ardındaki yaratıcı dürtü, şuurdaki maceralar için en iyi imkanları sunacak deneyimsel gerçeklikleri varlığa getirmektedir. Bu gereksinimin yerine gelmesi için her şey tüm ayrıntılarına kadar ikna edici ve inandırıcı olmalıdır. Burada tiyatro ya da sinema gibi sanat eserlerini örnek olarak verebiliriz. Bu eserlerde genelde öylesine bir mükemmellikle oynanır ki tanık olduğumuz olayların yanıltıcı olduğunu unutur, gerçekmiş gibi tepki veririz. İyi oyuncular da bazen gerçek kimliklerini unutup geçici olarak canlandırdıkları karakterlerle bir olabilirler.
Çokluk, kutuplaşma, yoğunluk, fiziksellik, değişim ve fanilik gibi Mutlak Şuur’un saf formunda bulunmayan birçok özellik, içinde yaşadığımız dünyada mevcuttur. Bu niteliklerde maddi bir gerçeklik sureti yaratma projesi öylesine artistik ve bilimsel bir mükemmellikle gerçekleştirilir ki Evrensel Zihin’in ayrık birimleri bu sureti tamamıyla inandırıcı bulurlar ve gerçekle karıştırırlar. Sanatçılığının en uç noktası olan ateistte, Tanrı yalnızca yaratılıştaki rolüne değil varlığına dahi karşı çıkan iddialar ortaya atar.
Sıradan maddi bir gerçeklik yanılsamasını yaratmada yardımcı olan en önemli unsurlardan biri de saçmalık ve çirkinliğin varlığıdır. Eğer hepimiz yaşam enerjisini doğrudan güneşten alan parlak eterik varlıklar olsaydık ve her yerin Himalayalar, Büyük Kanyon ya da bozulmamış Pasifik adaları gibi göründüğü bir dünyada yaşasaydık tanrısal bir gerçekliğin parçaları olduğumuz çok aşikar olurdu. Benzer şekilde dünyadaki tüm binalar Elhamra Sarayı, Tac Mahal, Xanadu ya da Chartres’daki katedraller gibi olsaydı ve Mikelanjelo’nun heykelleriyle çevrelenmiş vaziyette Beethoven ya da Bach’ın müziğini dinliyor olsaydık dünyanın tanrısal doğası kolaylıkla fark edilebilirdi.
Tüm salgıları, dışkıları, kokuları, kusurları, hastalıkları ve de itici nitelikleri olan sindirim sistemiyle fiziksel bedenlere sahip olduğumuz gerçeği tanrısal olduğumuz konusunda kuşkular yaratır. Kusma, geğirme, gaz, dışkı ve idrar çıkarma gibi çeşitli fizyolojik fonksiyonlarla birlikte insan bedeninin sonunda çürümesi bu resmi daha da karmaşıklaştırır. Benzer şekilde çekici olmayan manzaralar, çöplükler, kirlenmiş sanayi bölgeleri, müstehcen karalamalarla dolu idrar kokulu tuvaletler, şehirlerdeki kenar mahalleler ile milyonlarca gecekondu, hayatımızın tanrısal bir oyun olduğunu fark etmemizi oldukça zorlaştırır. Kötülüğün varlığı ve hayatın doğasındaki yıkıcılık sıradan bir insan için bu işi neredeyse olanaksız kılar. Eğitimli Batılılar için maddeci bilimin yarattığı dünya görüşü ciddi ek bir engel teşkil eder.
Tanrısallığı çirkinlik değil de güzellikle ilişkilendirmek tabii ki daha kolaydır. Ancak daha geniş bir çerçeveden bakıldığında evrensel planda çirkinliğin de bulunması varlık yelpazesini daha bütün ve zengin kılar ve de yaratılışın tanrısal doğasını maskelemeye yardımcı olur. Çirkinlik mükemmel bir şekilde icra edilebilir ve bunun yapılabilmesi ilginç bir iddiadır. Kozmik Şuur’un karmaşık doğasındaki bazı niteliklerin sanatçılar ve bilimadamlarında görülen, tüm bir olanaklar yelpazesini –çirkinlikler ve iğrençlikler de dahil- keşfetme eğilimine benzediği göz önüne alındığında bu durum pek de şaşırtıcı gelmez.
Resim, edebiyat ve sinemayı da içeren sanat dünyası yalnızca güzel ve yüceltici olan şeyler tek yanlı bir şekilde tercih edilerek suçlanamaz. Benzer şekilde bilimadamları da varoluşun herhangi bir yönünü keşfetmekten utanmazlar ve keşiflerinin sonuçları dünyanın bakış açısına göre iğrenç ya da çirkin olsa da tutkulu arayışlarını izlemekten çekinmezler. Kozmik oyunun kaynağını ve amacını bir kez fark ettiğimizde genelde kabul edilen mükemmellik ve güzellik kriterleri yeniden gözden geçirilmek zorunda kalır. Ruhsal yolculuktaki önemli görevlerden biri de ilahiliği yalnızca olağandışı ve sıradan olanda değil düşük ve çirkin olanda da görmektir.
Albert Einstein genel kritere göre, şempanze gibi primatlar bir yana, insan kardeşlerinden bile oldukça üstün bir dehadır. Ancak kozmik açıdan bakıldığında Einstein ve maymun arasında hiyerarşik bir farklılık yoktur, çünkü her ikisi de kendi türleri düzeyinde mükemmeldir. Shakespeare’in bir oyununda Kral, saray soytarısından üstündür. Ancak bir oyuncu olarak mükemmel bir performans sergilediği sürece Lawrence Olivier’in konumu, oynadığı role göre değişmez. Benzer şekilde Einstein, Albert Einstein’ı kişileştiren Tanrı’dır ve Şempanze de şempanze rolünü mükemmel bir şekilde oynayan Tanrı’dır.
Makul estetik duyuları olan bir insan Michelangelo ya da Vincent van Gogh’un eserlerini beğenir ve düşük seviyeli eserlere fazla çekilim duymaz. Bu, oldukça farklı sonuçları olan insan ürünleri kıyasladığımızda hayli anlamlı olacaktır. Ancak bu ürünlerin esas yaratıcısı onları meydana getiren kişilerin bedenli kimlikleri değil Mutlak Şuur ve belli bir amaç için onların aracılığıyla çalışan kozmik yaratıcı enerjidir. Ancak yaratılıştaki niyet büyük bir sanat eseri yaratmak değil de kozmik oyuna düşük düzeylilik olgusunu eklemekse bu proje kendini içinde mükemmeldir.
Aynı şey çirkin bir kurbağa için de söylenebilir. Bu yaratık belirli bir amaç için kelebekler, tavuskuşları ve ceylanları yaratabilecek kudretteki aynı kaynak tarafından evrensel plana dahil edilmiştir. Bu açıdan “kim olduğunu bilme tabusunun” nedeni yaratılıştaki bu mutlak mükemmellik gibi görünmektedir. Maddi evreni simüle eden sanal gerçeklik en ince ayrıntısına kadar işlenir ve sonuç olarak ortaya çıkan şey oldukça inandırıcıdır. Bu oyunların oyunundaki sayısız rollerin kahramanları olarak geçen şuur birimleri bu yanıltıcı büyünün karmaşık ve ayrıntılı ağına takılırlar.
Kaynak : Kozmik Oyun - Stanislav Grof