Message
Alan Watts (1969) “Mutfaktaki Cinayet” adlı makalesinde et yeme ve vejetaryenliği tartıştı. “Tavşanların havuçlardan daha sesli çığlık atmasını” havucu seçmesi için yeterli bir neden olarak görmüyordu. Joseph Campbell bir vejetaryeni “domatesin bağrışlarını duyacak kadar duyarlı olmayan biri” olarak tarif ederken aynı düşünceyi nüktedan bir şekilde ifade ediyordu. İster hayvan ister bitki olsun hayat hayatla yaşamak zorunda olduğu için Watts birçok yerli kültürde –hem avcı/toplayıcı toplumlarda hem de tarım toplumlarında- bulunan bir yaklaşımı çözüm olarak önerdi. Bu gruplar yedikleri şeyler için ve hem üretici hem tüketici rolde besin zincirine katılımları kabul gördüğü için şükranlarını ifade ettikleri törenler düzenlerlerdi.
İlgili içgörü ve bilgi, şuurun normalde erişilemeyecek düzeylerinden, özellikle de ruhsal boyutlardan geldiğinde ahlaki konular ve kararlar daha da karmaşık bir hal alır. Ruhsal kriterlerin gündelik hayata uygulanması aşırıya kaçar ve gerçekçi tavırlarla uyumlu bir hale getirilmezse insanı faaliyetten alıkoyabilir.
Ünlü Alman doktor, müzisyen, hayırsever ve filozof Albert Schweitzer’ın yaşamından bir kesiti burada örnek olarak vermek istiyorum. Bir gün Lambarene’deki orman hastanesinde ciddi bir zehirlenme geçiren Afrikalı bir yerliyi tedavi ediyordu. Elinde antibiyotik dolu bir şırıngayla beklerken aklına bir insan hayatını kurtarmak için milyonlarca mikro organizmanın yaşamını yok etme hakkını nereden aldığını sormak geldi. Neye dayanarak insan yaşamını diğer tüm türlerden üstün gördüğümüzü sorguluyordu.
Joseph Campbell’a bir keresinde ruhsal dünya görüşüyle gündelik yaşamda gerçekçi kararlar verme gereksinimini –buna hayat kurtarmak için öldürme de dahil- nasıl bağdaştıracağımız soruldu. Campbell örnek olarak bir yılan tarafından ısırılma tehlikesi içinde olan çocuğu verdi. Bu koşullarda olaya müdahale ettiğimizde yılanı öldürmek, evrensel planın ayrılmaz bir parçası ve kozmik düzenin anlamlı bir unsuru olan yılana “Hayır” demek anlamına gelmez. Bu, yılanın yaratılışın bir parçası olarak yaşama hakkını inkar değildir ve onun varlığına saygı duymadığımızı göstermez. Bu müdahale belirli sınırlar içindeki belirli bir olaya verdiğimiz tepkidir, nihai ve kozmik ölçekte bir hareket değildir.
Kötülüğün anlaşılması ve felsefi olarak kabulü, onun kozmik süreçte önemli bir rolü olduğu ve hatta gerekli olduğu idrakini de her zaman beraberinde getiriyor gibi görünüyor. Örneğin holotropik hallerde mutlak gerçeklerle ilgili açığa çıkan deneyime dayalı derin içgörüler kötülüğün kozmik oyundaki gerekli bir unsur olduğunu ortaya koyabilir. Kozmik yaratılış “creatio ex nihilo” olduğundan yani hiçlikten yaratıldığından simetrik olmak durumundadır. Varoluşta tezahür eden her şey zıttıyla dengelenmelidir. Bu bakış açısına göre her türlü kutuplaşma, olgular dünyasının yaratılışı için mutlak anlamda gereklidir. Bu gerçek bazı modern fizikçilerin madde ve anti maddeyle ilgili spekülasyonlarıyla da benzerlik gösterir. Buna göre evrenin yaratıldığı ilk anlarda parçacık ve anti parçacıklar eşit miktarda bulunmaktadır.
Daha önce de gördüğümüz gibi yaratılışın “nedenlerinden” biri de yaratıcı ilkenin kendini bilmeye karşı duyduğu “ihtiyaçtır”; böylece “Tanrı Tanrı’yı görebilir” ya da “Göz Göz’ü görebilir.” Kendi iç potansiyelini keşfetmek için yaratırken tüm potansiyelinin tamamını ifade etmemesi kendini tam olarak bilememesi anlamına gelir. Ve eğer mutlak şuur en yüce Sanatçı, Bilimadamı ve Kaşifse bazı önemli olasılıkları göz ardı ederek yaratılışın zenginliğinden fedakarlıkta bulunacaktır. Sanatçılar konularını güzel, ahlaklı ve sevindirici olanlarla kısıtlamaz. Yaşamdaki ilginç görüntüleri ya da merak uyandırıcı hikayeleri kullanırlar.
Yaratılışın karanlık yönü zıtlık oluşturarak aydınlık yönünü güçlendirir ve kozmik oyuna sıradışı bir zenginlik ve derinlik kazandırır. Varoluşun her yerinde ve her düzeyindeki iyi kötü çatışması büyüleyici hikayeler için bitmek tükenmek bilmez bir ilham kaynağıdır. Büyük Hintli mistik, aziz ve ruhsal öğretmen Sri Ramakrishna’ya bir öğrencisi bir keresinde şöyle sordu: “Swamiji, dünyada neden kötülük var?” Biraz düşündükten sonra Ramakrishna kısaca yanıtladı: “Planı genişletmek için.” Açlık ve hastalıktan ölen milyonlarca çocuk, tarih boyunca yaşanan savaşlar, sayısız kurban ve işkence mağduru ile doğal afetlerin neden olduğu yıkım şeklinde kendini gösteren dünyadaki acının doğası ve boyutları açısından bakıldığında bu yanıt bencilce gelebilir. Ancak zihinsel bir deney farklı bir bakış açısı kazanmamızı sağlayabilir.
Bir an için evrensel plandan kötü ya da şeytani olarak düşünülen her şeyi –yaşamın bir parçası olmaması gerektiğini düşündüğümüz her şeyi- ortadan kaldırdığımızı düşünelim. Bu, başlangıçta ideal bir dünyayı, yeryüzünde cenneti yaratacak gibi görünür. Ancak devam ettiğimizde olayın çok daha karmaşık olduğunu görürüz. Varoluşun karanlık yönüne ait olduğu kesin olan hastalıkların ortadan kaldırılmasıyla başladığımızı ve hastalıkların hiç varolmadığını düşünelim. Kısa zamanda bunun, dünyanın yalnızca kötü bir yönünü seçip ortadan kaldıran bağımsız bir müdahale olmadığını görürüz. Bu müdahale varoluşun değer verdiğimiz birçok olumlu yönünü de derinden etkiler.
Hastalıklarla birlikte tüm tıp tarihini de ortadan kaldırırız: Tıp araştırmaları ve kazandırdığı bilgi, tehlikeli hastalıkların nedenlerinin keşfi ile vitamin, antibiyotik ve hormonlar sayesinde bunların tedavileri. Modern tıbbın mucizeleri de ortadan kalkar: hayat kurtarıcı operasyonlar, organ nakilleri ve genetik mühendisliği vb. Tüm yaşamını tutkulu bir şekilde sağlık sorunlarının çözümüne adamış kahramanlar olan Virchow, Semmelweiss ve Pastör gibi bilimin büyük öncülerini kaybederiz. Doktorlardan hemşirelere ve gönüllülere kadar hastalara bakanların hiçbirinin sevgi ve şefkatine de ihtiyaç kalmaz. Rahibe Teresa’yla birlikte ona Nobel Ödülü verme nedenimiz de kaybederiz. Ve tabii ki renkli törenleri ve bitkisel bilgileri ile şamanları ve yerli şifacıları, Lourdes’deki mucizeleri ve Filipinler’deki psişik ameliyatları!
Yaratılışın oldukça karanlık ve şeytani bir diğer yönü de baskıcı rejimler, totaliter sistemler, soykırım ve savaşlardır. Kozmik karantina çabalarımızı bu alana odakladığımızda insanlık tarihinin önemli bir bölümünü ortadan kaldırırız. Bu süreçte adalet ile vatanları ve vatandaşlarının özgürlüğü için yaşamlarını feda eden tüm özgürlük savaşçılarının kahramanlıklarını da kaybederiz. Kötü amaçlı imparatorlukların yıkılmasıyla beraber yeni kazanılan özgürlüğün sarhoşluğu da ortadan kalkar. Tüm çağlardaki ve ülkelerdeki sağlam kaleleri ve silah yapımındaki yaratıcılığı belgeleyen müzeleri, savunma tekniklerini ve zengin savaş kıyafetlerini dünyadan silmemiz gerekir. Kozmik oyundan şiddetin çekilmesi sanat dünyasını da derinden etkileyecektir. Kütüphaneler, sanat müzeleri, müzik koleksiyonları ve film arşivlerinde yer alan şiddet ve şiddete karşı savaştan ilhamını almış tüm sanat eserleri çıkarıldığında kapsam oldukça daralacaktır.
Metafizik kötünün yokluğu dine duyulan ihtiyacı da oldukça azaltacaktır, çünkü güçlü bir düşmanı olmaması durumunda Tanrı ulaşılması garanti olan bir ürün olacaktır. İnsanlığın ritleri ve ruhsal yaşamı evrensel plandan kalkacak ve dinden ilham alan tarihi olaylar olmayacaktır. Ayrıca Tanrı ve şeytan arasındaki çatışmadan ilhamını almış en güzel sanat eserlerinden bazılarını da –edebiyat, müzik, resim, heykel ve film alanında- kaybedeceğiz. Gotik katedraller, camiler, sinagoglar ile Hindu ve Budist tapınaklar ve dinden ilhamını almış diğer mimari şaheserler yeryüzünden silinecektir.
Evrensel kötülüğü temizleme sürecine devam ettiğimizde yaratılış muazzam derinliğini ve zenginliğini kaybedecek, renksiz ve sıradan bir dünyayla sonuçlanacaktır. Bir Hollywood filminde böylesi bir gerçeklik konu alınsaydı filmi izlemeye değer bulmazdık ve sinema salonları boş olurdu. Başarılı senaryo yazımı için yaygın olarak kullanılan bir el kitabı bir filmin başarılı olması için gerilim, çatışma ve heyecanın önemli olduğunu vurgular. “Mutlu bir köyde yaşamı” konu alan bir yapımın kesinlikle başarısızlığa uğrayacağına karşı da uyarır.
Filmleri için konu seçme özgürlüğü bulunan film yapımcıları genellikle sonu mutlu olan tatlı ve olaysız filmler seçmezler. Gerilim, tehlike, zorluklar, ciddi duygusal çatışma, seks, şiddet ve kötülüğü konu ederler. Ve tabii ki film yaratıcılarının kendileri de izleyici kitlelerinin beğeni ve arzularından etkilenirler. Eğer Tanrı insanları kendi suretinde yarattıysa kozmik yaratılışın da dünyadaki sanat ve eğlence faaliyetlerini yöneten aynı ilkeleri izlemesi şaşırtıcı olmaz.
Derin özkeşif sürecinde form ve ayrı olgularla karşılaştığımız her düzeyde yaratılışın ikiye bölündüğünü görürüz. Mutlak Şuur ve Boşluk olgular dünyasının ötesinde yer alır ve tüm zıtlıkları aşar. Ayrı varlıklar olarak İyi ve Kötü, tanrısallığın karanlık ve aydınlık yüzlerinin Boşluk ya da Mutlak Şuur’un saf matrisinden çıktığı zaman olan yaratılışın ilk safhalarında var olur ve tezahür eder. Varoluşun bu iki cephesi her ne kadar birbirine düşman olsa da her ikisi de yaratılıştaki gerekli unsurlardır. Kozmik oyunu oluşturan birçok gerçeklik boyutundaki ve birçok farklı düzeydeki olayları ve sayısız karakterleri kompleks ve ayrıntılı bir alışverişle yaratırlar.
Kaynak : Kozmik Oyun - Stanislav Grof