Message
Washington’da, Seattle’daki bir hastanede sosyal görevli olarak çalışan Kimberly Clark, Maria adındaki bir koroner hastasıyla karşılaşıncaya dek BDD (Beden Dışı Deneyim)’i hiç ciddiye almamış olduğunu belirtiyor. Maria, hastaneye yatırıldıktan birkaç gün sonra bir kalp krizi geçirmiş, kalbi durmuş ve doktorların çabalarıyla yeniden yaşama döndürülmüştü. Clark aynı gün, akşamüzeri hastayı görmeye geldiğinde onu, kalbinin durmuş olması nedeniyle gergin bir durumda bulacağını düşünüyordu. Düşündüğü gibi Maria’nın gerçekten de gergin olduğunu gözlemledi, ancak bunun nedeni kendisinin sandığı gibi değildi.
Maria, Clark’a çok garip bir şey deneyimlemiş olduğunu söyledi. Kalbi durduğunda birdenbire kendisini tavandan aşağıya bakar durumda bulduğunu anlattı. Bulunduğu yerden doktorların ve hemşirelerin kendi bedeni üzerinde yaptıkları çalışmaları izliyordu. Derken acil servise yanaşan arabaların kullandığı yolun üzerinde duran bir şey dikkatini çekmiş ve kendisinin “orada bulunduğunu” düşünür düşünmez orada olmuştu. Maria daha sonra kendisini yukarıda, hastanenin üçüncü katındaki çıkıntıda düşünmüş ve çıkıntının önünde havada dururken bir tenis ayakkabısıyla burun buruna gelmişti. Bu eski bir ayakkabıydı ve serçeparmağa rastlayan yer delinmişti. Maria bağın, ayakkabının topuğu altına sıkışmış olduğunun ve daha başka ayrıntıların da farkına varmıştı. Maria bütün bunları anlattıktan sonra Clark’a yalvarmış ve ondan, çıkıntıya bakıp orada böyle bir ayakkabının durup durmadığını kendisine söylemesini rica etmişti böylece bu deneyimin gerçek olup olmadığını anlamayı umuyordu.
Kuşku ve merakla yapının dışına çıkarak üçüncü kattaki çıkıntı üzerinde böyle bir şey olup olmadığını görmeye çalışan Clark orada hiçbir şey göremeyince, bu kez de üçüncü kata kadar çıkmış ve hastaların odalarının camlarından çıkıntıya bakmaya çalışmıştı; çıkıntı o kadar dardı ki, onu görebilmek için yüzünü iyice yaslayınca tenis ayakkabısını gördü. Yine de bulunduğu bu noktadan ayakkabıda küçük parmağa rastlayan yerde bir delik olup olmadığını ya da Maria’nın anlatmış olduğu diğer ayrıntıların doğruluk derecesini saptayamıyordu. Ancak, ayakkabı bulunduğu yerden alınabildiğinde Maria’nın gözlemlerinin doğru olduğu onaylanmıştı. O günden beri, BDD olaylarına inanmaya başlayan Clark, “Maria’nın bütün bunları bu açıdan görebilmesi için yapının dışında havada yüzer bir durumda ayakkabıya karşıdan ve çok yakından bakmış olması gerekiyordu ve bu benim için çok somut bir kanıttı” demiştir.
Kalp krizi sırasında beden dışı bir yaşantıyı deneyimlemek oldukça olağan bir durumdur, öyle ki, Emory Üniversitesi tıp profesörlerinden ve Atlanta Kıdemli Doktorlar Tıp Merkezi görevli doktorlarından olan kardiyolog Dr.Michael B.Sabom, hastalarının böylesi “fanteziler” ürettiğini duymaktan son derece sıkılmış olduğu için bu sorunu kökünden çözmeye karar vererek bir araştırmaya girişmiştir. Sabom bu amaçla, hastaları iki gruba ayırmıştır, bu gruplardan biri, geçirdiği kalp krizi sırasında BDD yaşamış olan otuz iki kalp hastasından, diğer grup ise hiçbir BDD geçirmemiş yirmi beş kalp hastasından oluşmaktaydı. BDD geçiren hastalarla konuşan doktor onlardan, bedenlerinin dışına çıkmış durumda tanık olduklarını söyledikleri yeniden dirilişlerini tanımlamalarını istemiştir; böyle bir yaşantıyı deneyimlememiş diğer gruba da yeniden yaşama dönüşlerinin nasıl olabileceğini imgeleyip kendisine aktarmalarını söylemiştir.
Deneyim geçirmemiş gruptan yirmisi yeniden dirilişlerini imgelerken önemli yanlışlıklar yapmışlar, üçü ise doğru ama genel tanımlar yapmışlardır, geri kalan ikisi de neler olup bittiği hakkında hiçbir düşünce üretememiştir. BDD’yi deneyimleyen grup içinde yirmi altısı doğru ama genel tanımlar yapmışlar, altısı yeniden yaşama dönüş süreçlerini son derece ayrıntılı ve doğru olarak tanımlamış ve biri dakikası dakikasına son derece doğru bir tanım yaparak Sabom’u şaşkına çevirmiştir. Ortaya çıkan sonuçlar onu bu olguyu daha da derinlemesine araştırmaya yöneltmiş ve o da giderek Clark gibi bu olguya içtenlikle inanır olmuştur; Sabom halen, konu üzerinde ayrıntılı konferanslar vermeyi sürdürmektedir. O, “Bu gözlemlerin doğruluğunu olağan fiziksel duyumlar açısından mantıklı bir biçimde açıklama olanağı yoktur” demektedir, “elimizdeki verilerin ışığı altında, beden dışı deneyim varsayımı bu olayı açıklayabilecek tek görüştür.”
BDD böylesi hastalarda istemdışı olarak kendiliğinden ortaya çıkmaktaysa da, bazı kişiler bu yeteneğe egemen olabilmekte ve bedenlerinden kendi istekleriyle ayrılabilmektedirler. Böyle bireylerin en ünlülerinden biri de eski bir radyo ve televizyon yöneticisi olan Robert Monroe’dur. Monroe ilk BDD’sini 1950’lerin sonunda yaşadığı zaman delirmekte olduğunu düşünmüş, hemen psikiyatristlere başvurmuştu. Doktorlar kendisine konsültasyon yapmış ve ruh sağlığını yerinde bulmuşlardı; ancak o bu garip deneyimleri yaşamayı sürdürüyor ve bundan büyük rahatsızlık duyuyordu. Sonunda, bir psikolog arkadaşından Hintli yogilerin bedenlerinden diledikleri her zaman ayrılabildiklerini öğrenince, bu istenilmeyen yeteneğini kabul etmek zorunda kaldı. “İki seçeneğim vardı,” diye anlatıyor Monroe, “ya yaşamım boyunca yatıştırıcılar alacak ya da bu durum hakkında bir şeyler öğrenerek onu denetim altında tutabilecektim.”
O günden sonra Monroe, beden dışı deneyim hakkında öğrendiği her şeyi dikkatle belgeleyerek deneyimleri hakkında bir günlük tutmaya başladı. Katı nesnelerin arasından geçebildiğini, bir yerde olduğunu “düşündüğünde” göz açıp kapayacak kadar bir sürede orada olabildiğini gördü. Diğerlerinin onun varlığının farkına varmadığını anlamıştı, bununla birlikte bu “ikinci durumu” içindeyken görmeye gittiği arkadaşları Monroe kendilerine, beden dışı ziyaretlerini yaptığı sırada giymiş oldukları giysileri ve neler yapmakta olduklarını doğru olarak tanımladığı zaman ona hemen inandılar. Ayrıca bu çabaları sırasında yalnız olmadığının farkına vardı, sık sık beden dışı yolculuk yapmakta olan başka kişilerle karşılaşıyordu. Böylece, Monroe bu deneyimlerini “Journeys Out of the Body (Beden Dışı Yolculuklar) ve Far Journeys (Uzak Yolculuklar) adlı iki çarpıcı kitapta topladı.
BDD’ler laboratuvarda da belgelenmiştir. Bu deneylerden birinde, parapsikolog Charles Tart’ın, yalnızca Bayan Z diye tanımladığı yetenekli bir BDD’ci, Tart’ın bir kağıt parçası üzerine yazmış olduğu ve yalnızca beden dışı durumdayken havada yüzer biçimde ulaşabileceği beş rakamlı bir sayıyı doğru olarak tanımlayabilmiştir. New York’taki Amerikan Psişik Araştırmalar Derneğince yönetilen araştırmalar sırasında Karlis Osis ve psikolog Janet Lee Mitchell, ülke içindeki çeşitli yerlere “uçarak” ulaşabilen birçok yetenekli denekle karşılaşmışlardı; bu kişiler, aralarında bir masa üzerine yerleştirilmiş nesneler, tavana yakın durumda asılı duran bir raf üzerindeki renkli geometrik desenler ve ancak özel bir aygıtın ufak penceresinden bakıldığında görülebilen optik hayaller de bulunan geniş bir dizi hedef nesneyi doğru olarak tanımlayabilmişlerdir. Kuzey Karolina’da, Durham’daki Psişik Araştırmalar Vakfı’nın direktörü Dr. Robert Morris, beden dışı ziyaretleri saptayabilmek için hayvanları bile kullanmıştır. Bu deneylerden birinde, Keith Harary adındaki yetenekli bir beden dışı deneğe ait kedi yavrusunun, Harary’in beden dışı varlığı yanında bulunduğu sürece ve onun her gelişinde miyavlamaktan vazgeçerek keyifli hırıltılar çıkartmaya başladığı gözlemlenmiştir.
Bu kanıtlar, bir bütün olarak ele alındığında tartışma götürmez gibi görünmektedir. Bize beynimizle “düşünmekte” olduğumuz öğretilmiştir. Oysa bu her zaman doğru değildir. Uygun koşullar altında bilincimiz –bizim düşünen, algılayan parçamız- fiziksel bedenden ayrılabilir ve dilediği herhangi bir yerde bulunabilir. Çağdaş bilimsel anlayışımızla açıklanamayan bu olgu ancak holografik düşünce bazında daha bir esneklik kazanabilmektedir.
Holografik bir evrende mekanın bir yanılsama olduğunu anımsayalım. Holografik bir film parçası üzerindeki bir elma imgesi nasıl belirli bir yere sahip değilse, holografik düzen içindeki bir evrende de nesneler hiçbir belirlenmiş yere sahip değildir; bilinç dahil her şey kesinlikle mekansızdır. Böylece, bilincimiz kafalarımızın içine yerleşmiş gibi görünmekle birlikte, uygun koşullar altında aynı kolaylıkla odanın üst köşesinde yer alabildiği gibi, çayırların üzerinde ya da bir yapının üçüncü katındaki çıkıntının üzerinde duran bir tenis ayakkabısıyla burun buruna havada yüzer durumda bulunabilir.
Bu holografik esnekliği sergileyen tek olgu, bedensiz durumdayken üstlenmiş olduğumuz biçim değildir. Yetenekli BDD’cilerin bedensiz yolculuklar sırasında yapmış olduğu gözlemlerin gerçeğe uygunluğuna karşın, yine de, zaman zaman çarpıcı biçimde ortaya çıkan gerçeğe uygun olmayan tanımlar araştırmacıların aklını uzun süredir kurcalamaktadır. Örneğin, benim kendi beden dışı deneyimim sırasında rastladığım kayıp kütüphane kitabının başlığı, bedenden ayrı olduğum sırada bana parlak yeşil görünmüştü. Ama fiziksel bedenime döndükten sonra gidip kitabı yeniden bulduğumda bu harflerin aslında siyah olduğunu gördüm. Bu konudaki belgeler aynı farklılıklardan söz eden örneklerle doludur; örneğin, bedensiz yolcular insanlarla dolu, uzaktaki bir odayı çok doğru olarak tanımlarken, bu odaya kendiliklerinden bir insan daha ekleyebilmekte ya da gerçekte masa olan bir nesneyi, bir kanepe diye tanımlayabilmektedirler.
Holografik düşünce açısından, böyle bir bedensiz yolcunun, bedenden ayrı durumdayken algıladığı frekansları herkesçe kabul edilebilir doğru bir holografik gerçeklik simgesine dönüştürebilme yeteneğini henüz yeterince geliştirmemiş olduğu ileri sürülebilir. Diğer bir deyişle, BDD’cilerin tümüyle yeni duyular düzenine dayanmakta olmaları nedeniyle, bu yeni duyumlar henüz bocalamakta ve frekans alanını, görünüşte nesnel bir gerçeklik oluşumuna dönüştürebilme sanatında henüz ustalaşmamış olabilir.
Bu fizik dışı duyumlar ayrıca kendi kendimizi sınırlayan inançlarımızın zorlamasıyla da gözden saklanmış olabilir. Birçok yetenekli BDD yolcusu, ikinci bedenleri içinde kendilerini daha rahat hissetmeye başladıktan sonra başlarını döndürmeden de her yönü “görebildikleri”nin farkına vardıklarını söylemiştir. Başka bir deyişle, her yönü görebilmek, beden dışı durumda normal bir olgu gibi görünmesine karşın –bedenlerinin fizik ötesi bir hologramı içindeyken bile- yalnızca gözleriyle görebildiklerine inanma alışkanlıklarından ötürü, başlangıçta 360 derecelik bir görme alanları olduğunu bazen algılayamamaktadırlar.
Fiziksel duyularımızın bile bu sansürün kurbanı olduğu yolunda kanıtlar vardır. Gözlerimizle görmekte olduğumuz konusundaki sarsılmaz kanımıza karşın, “gözsüz görüş yeteneği”ne sahip bireylerin bulunduğundan ya da bedenin başka alanlarıyla görebilme yeteneğinden ısrarla söz eden raporlar vardır. Harvard Tıp Okulu’nda bir klinik araştırmacısı olan Dr. David Eisenberg, Pekin’de yaşayan okul çağındaki iki Çinli kız kardeşin koltukaltı derilerinin, yazıları okuyup renkleri tanımlayabilecek görme özelliğine sahip olduğundan söz eden raporunu bir süre önce yayımlamış bulunmaktadır. İtalya’da, nörolog Cesare Lombroso, burnunun ucu ve sol kulağının memesi ile görebilen kör bir kızı incelemiştir. 1960’da, Sovyet Bilim Akademisi, parmaklarının ucuyla fotoğrafları görebilen ve gazete okuyabilen Rosa Kuleshova adında bir Rus köylü kadın bulmuş ve bu kadının bu yönde olağanüstü bir yeteneğe sahip olduğunu ilan etmiştir. Sovyetler Kuleshova’nın yalnızca, renklerin doğal olarak yaymakta oldukları değişken düzeydeki ısı stoklarını sezebilmesi olasılığı üzerinde durmaktadırlar. Ancak Kuleshova siyah-beyaz bir gazeteyi de üzeri ısıtılmış bir cam parçasıyla örtülü olduğu halde parmaklarının ucuyla okuyabilmektedir. Kuleshova bu yeteneğiyle öyle ilgi çekmiştir ki, sonunda “Life” dergisinde onunla ilgili bir makale yayımlanmıştır.
Kaynak : Holografik Evren - Michael Talbot