Message
“İnsan” ismiyle bilinen ve bir bedenle görünen yaratılmışı üç ayrı bölümde inceleyebiliriz:
1. İNSAN... Bir BİLİNÇ varlıktır!.. Tasavvufta, “Ruhu nûrânî” diye isimlendirilir...
2. RUH beden... “Holografik görüntülü dalga beden”... Perisperi de denilir...Tasavvufta “Ruhu hayvani” denilen biyolojik bedendeki canlılığı oluşturan biyoelektrik enerjinin oluşturduğu dışarıya aura olarak yansıyan yapıdır...
3. BEDEN... “Ruhu insanî” denilen “holografik görüntülü dalga bedeni” üreten beyni taşıyan ve ona gerekli hizmeti veren maddi-biyolojik yapı...
Şimdi sırasıyla bunları açıklamaya çalışalım...
İNSAN
“İNSAN” ismiyle isimlenen gerçek varlık, tamamıyla “BİLİNÇ”ten ibaret bir yapıdır...
Bu şuur, beynin ürettiği bir düşünsel yapıdır. Beynin yapısındaki genetik bilgiler; artı astrolojik etkilerin meydana getirdiği özellikler; artı şartlanmalar, artı bunların sonunda doğan düşünce sistemi, “kişilik şuuru” dediğimiz şeydir.
Yukarıda saydığımız özellikler, beyin tarafından oluşturulur ve “RUH” dediğimiz “dalga bedene” yüklenir... Ve sonsuza dek bu dalga bedenle yaşamına devam eder.
Esasen “BİLİNÇ”, hem dalga bedenden ayrı, hem de aynıdır!.. Eğer, dalga beden olmasaydı beyin bu özellikleri meydana getirmesine rağmen, bu “kişisel bilinç” ölüm denen, beynin durmasıyla birlikte son bulacaktı ki; artık bu durumda ölüm ötesi yaşamdan söz edilemezdi... Ne var ki, beynin “RUH” adı verilen “holografik dalga bedeni” üretmesi ve kendisindeki tüm verileri bu bedene yüklemesi, “İNSAN bilincini” ölümsüzleştirmiştir...
“Kişilik ruh”u dediğimiz dalga beden dahi “Mutlak Ruh” ile varlığını sürdürmektedir...
Eğer bir kişi, “bilinç” boyutunda kendini bulabilirse, hem kendisini “Kozmik bilinç” boyutunda tanımış olur, hem de ışık hızının çok çok üzerindeki düşünce hızına ulaşır ki, bu boyutu yaşamanın hâlini dil ile ifade etmek âdeta imkânsızdır.
Bireysel bilinç ne kadar kendini “Kozmik bilinç” olarak tanırsa tanısın, bu şekilde hissederse hissetsin, sonsuza dek “kişilik” kavramı ortadan kalkmaz!..
Bireysel bilinç, şartlanmalardan kendini arındırdıktan sonra bir şuur sıçramasıyla kendini “Kozmik bilinç” olarak tanıyabilir...
“NEFS” kelimesiyle anlatılan ve “nefis” diye de bilinen hep bu “kişilik şuuru”dur...
“Bireysel bilinç”in orijinal hâli, “Nefs-i Sâfiye”dir...
“Nefs-i Sâfiye” işaret edilen “Kozmik bilinç”, şartlanmalardan, şartlanmaların oluşturduğu değer yargılarından ve değer yargılarından doğan duygulardan oluşan perdelerle ve varsayım kabulle “kendi özünden” uzak düşmüş ve nihayet “Nefs-i emmâre” denilen en alt bilinç seviyesine düşmüştür...
“Nefs”, “benlik” bilincidir!.. Şartlanmalarından arındığı ölçüde “benliğini” çok daha öz boyutlarda bulup hisseder ve böylece de “ALLÂH’a yaklaşmış” olur...
RUH
“İnsan” ismiyle bilinen ölümsüz varlığın, ebedî yaşamını sürdürdüğü “dalga bedendir”... Görüntüsü holografiktir!.. Beynin ürettiği, yüklenmiş dalgalardan oluşmuştur...
Beyin tarafından üretilir ve beyin kendindeki tüm düşünsel verileri dalga olarak “RUH”a yükler.
Beynin, sinir sistemi aracılığıyla bedende oluşturduğu biyoelektrik enerji kesildiği anda, bedenin mıknatısiyeti de kesildiği için fizik bedenden bağımsız olarak yaşamına devam eder; ki bu durum “Ölüm” denilen şeydir.
Enerjisini beyinden alan dalga beden (ruh), aynı zamanda beyinle karşılıklı alışveriş içindedir; ve beyni enerji yönünden takviye etmektedir... Aynı bir otomobil motorunun aküden hem enerji temin etmesi, hem de aküyü şarj etmesi gibi...
Herhangi bir sebeple ruh, fizik bedenden ayrılır ve uzunca bir süre geri dönmez ise, beyin bu enerjiden mahrum kaldığı için durur ve “ölüm” dediğimiz olay meydana gelir...
“Hafıza-bellek” esas olarak bu dalga bedendeki bilgi yüküdür... Beyin, ihtiyaç duyduğu bilgileri buradan alır...
Eğer, beyinde herhangi bir fonksiyon yetersizliği olursa, dalga bedendeki bilgileri geri alamadığı için “unutma” veya “hatırlayamama” dediğimiz olay meydana gelir...
Ruhların birbirini çekişi veya itişi denilen olay ise, ruhları üreten beyinlerin, astrolojik etkiler sonucu, eskilerin ateş-toprak-hava-su diye ayırdıkları dört farklı frekansta üretim yapmalarıdır...
Ruh bedenin dışarıdan görünüşü aynen bir hologram gibidir...
Ruh, bedenden ilişkisinin kesildiği son anki görüntüsü üzeredir...
Otuz yaşında kolu kopmuş bir insan, elli yaşında öldüğünde, ruh bedeninde kolu, hiç kopmamışcasına mevcuttur... Çünkü, ruhta meydana gelen özellikler ve görüntüler bir daha hiç kaybolmaz!..
“Ruh bedende” yani “dalga bedende” var olan bütün özellikler, beyin tarafından üretildiği için, beynimizi ne kadar geniş kapasiteli kullanabilirsek, ne kadar çok enerji üretebilirsek, o kadar güçlü bir ruha sahip oluruz... “Dünya âhiretin tarlasıdır, burada ne ekersen orada onu biçersin” demelerinin sebebi, işte budur.
“İbadet” denilen çalışma şekillerinin sebebi hep beynin gelişip güçlenmesi ve dolayısıyla bu özelliklerin ruha yüklenmesidir...
Beynin üretip ruha yüklediği, ruhun kendini Dünya’nın ve Güneş’in çekim alanından kurtarmasını sağlayacak olan antimanyetik enerjiye; eski dilde, din terminolojisinde “NÛR” adı verilmiştir.
Kişinin “NÛR”u ne kadar çoksa, cehennemden o kadar kolay kurtulabilecektir... Yani kişi ne kadar ruhuna enerji yükleyebilmişse, bu çekim alanlarından o kadar kolaylıkla kurtulabilecektir.
Eğer bu enerji yükleme işini ihmâl etmiş ise, o takdirde de kendini güçlü çekim odaklarından kurtaramayacak ve ebedî olarak o çekim alanında hapis kalacaktır.
Bu “ruh” adı verilen bireysel bilinci taşıyan yapı, bir diğer ifade şekliyle “yüklenmiş dalga beden”dir!.. Yani, görüntü ve ses yüklenmiş televizyon dalgalarında olduğu gibi...
Seyyar bir yapıya sahiptir... Zaman ve mekân kaydının dışındadır... Aynı anda birkaç yerde bulunabilme özelliğine sahip olabilir...
En büyük özelliği ise; karşı karşıya bırakıldığı her şeyin hakikatine yönelmesi, o şeyin aslını hakikatini araştırmasıdır. Bildiğimiz “bilinç” bu ruhta yer aldığı için, gene bilince ait tüm özellikler bu yapıdan algılanır...
Hücreleri bir arada tutan, yani bedeni bir bütün hâlinde koruyan beynin yaydığı biyoelektrik enerjidir ki buna tasavvufta “harareti griziye” denilmiştir...
BEDEN
Herkesin gördüğü, “insan” diye bildiği yapının adıdır...
Görevi, birkaçtır...
Öncelikle insan bilincinin ve varlığının oluşmasını sağlar...
İkinci olarak, beden, beynin faaliyet göstermesi için ihtiyaç duyduğu biyoelektrik enerjiyi temin eder... Maddi gıdaları yani kimyasal enerjiyi, biyoelektrik enerji hâline dönüştürerek beynin emrine verir... Beyin de bu biyoelektrik enerjiyi dalga enerji hâline dönüştürerek değerlendirir...
Üçüncü olarak bedeni bir bütün hâlinde tutan, hücreleri birbirine bağlayan manyetik enerji, beyinden ileri gelmektedir...
Bedeni meydana getiren hücreler, dalga bedene bürülü “insanın” bedenden ayrılmasından sonra da yapılarının gereği olan hayatlarına devam ederler; ancak birbirlerine bağlayıcı özellik kalktığı için, dağılıp çürürler... Ve her hücre, kendi yapısına en yakın olan bir başka bileşime dönüşerek, katılır...
Izdıraplar, ağrılar, acılar, sancılar, bedenin herhangi bir organının fonksiyonlarının, dıştan veya içten gelen bir etkiyle, olağan şekilde devam edememesi hâlinde meydana çıkar... Bunların hissedilmesi de beyindeki ağrı, acı merkezleri aracılığıyla olur...
Eğer beyindeki bu merkezler işlemez hâle gelir, arızalanırsa; veya hipnoz, kendi kendine telkin yollarıyla bu bölümler devre dışı bırakılırsa insan hiçbir acı duymaz maddi yapısında yani bedeninde...
“İnsan” dediğimiz hakiki yapının, bu ağrıları, sancıları bizzat duyuyor sanılmasının sebebi ise, beynin o anda bu ağrılar ve acılar dolayısıyla meşgûl bulunması, ve bu sebeple de esas görevini yapamamasındandır... Çünkü beynin esas görevi “insan”ın istediklerini maddi yapıdan açığa çıkarmaktır...
Hâlbuki ağrı ve acılar sonunda bu vazifeyi yapamadığında, “insan”, istediklerini madde dünyasına aktaramamanın azabını duyar... İşte, insanın ağrılı ve acılı anlarda çektiği azabın hakiki sebebi budur... Ancak biz, bunu bilemediğimiz için, bedene ait ağrı ve acıları bizzat “insan” duyuyor sanırız...
Gerçekte, bugün madde düzeyindeki insanların, Ruh’a atfettikleri; spiritlerin, yani ruh çağıranların(!) da “geri ruhlar”, “gelişmemiş ruhlar” diye nitelendirdikleri bütün olaylar, aracı vazifesi gören beyin katının herhangi bir sebeple düzenli çalışmaması sonunda, insanın özelliklerini madde dünyasına sunamaması hâlidir...
Yani “akıl” veya “akılla ilgili”, yahut da “ruhla ilgili” olarak sanılan ve “insan” için söylenen bütün hastalıklar, gerçekte ya beynin gelişmemesindendir; ya da patolojik bir değişim sonucu düzenli çalışmamasındandır...
İnsanın, kendisinde var olan kabiliyet ve istidadı madde dünyasına aktarabilmesi, beynin gelişmesiyle orantılı olmaktadır... Beynin gelişmesi ise, her ne kadar elinde görünüyorsa da, bu gelişme dış ya da içe ait çeşitli şartlarla bağlantılı olabilmektedir.
“Ahlâk” diye adlandırdığımız; ve bozukluğunda kişinin veya toplumun çıkarları aleyhine birtakım olaylar çıkmasına sebep olan davranışların temel sebebi dahi beyin olmaktadır...
Ahlâk bozuklukları hâlinde, madde dünyasında tespit edilen hâllerin sebebi, bu özelliklerin “insan”dan “bedene” geçmesini sağlayan beynin, ilgili bölümlerinde yeterli hücre gruplarının gerekli bağlantıya sahip olamayışı, düzenli bir şekilde çalışamayışıdır...
Ki bu durum da “insan”ın perisperi (ruhu hayvani) adıyla ifade etmeye çalıştığımız birtakım ışınlardan meydana gelmiş yapısının, beynin bu hücre grupları arasındaki tıkanıklıkları açması, yahut da iletişim kurulmamış bağlar arasında gene elektrik akımıyla bu iletişimin sağlanmasıyla düzelmektedir.
İnsanın, ölümünden sonra, dinî inanışlara göre, dünyada ortaya koymuş olduğu olumsuz ahlâkî davranışlarından sorumlu olması da, o ahlâkın kendi yaradılışında olmayıp, beyninden ileri gelmesi sebebiyle, insanın beynindeki o düzensizlikleri düzenlemeye çalışmamasından dolayıdır...
Nitekim bütün insanların yaradılış itibarıyla mükemmeliyete sahip olduklarının ispatını da dinî yoldan gene Kur’ân-ı Kerîm’den bir âyet ile ispatlayalım:
“Lekad halaknel’İnsane fiy ahseni takviym.”
“Gerçekten biz ‘İnsan’ı en güzel bir sûrette yarattık.” (95.Tiyn: 4)
Evet, en gelişmiş bir şekilde halkedilen “insan” önce dalga bedeni; sonra da biyolojik bedeni ve dolayısıyla da beyin aracı katıyla kısıtlanarak, madde dünyasında, yapısındaki mükemmelliği ortaya koymak durumunda bırakılmıştır... Ki insan bunu başarabildiği oranda mükâfata, yapmadığı oranda da sonucuna hak kazanacaktır... Nitekim insanın bu mükemmel şekilde halkoluşundan sonra, maddeyle kısıtlanışı da bir sonraki âyette belirtilmektedir:
“Sümme radednahu esfele safiliyn.”
“Sonra da onu esfeli sâfîliyn’e (dünyaya/dünyasına) reddettik!” (95.Tiyn: 5)
Evet görüldüğü gibi, gerçekte her insan, en mükemmel bir yapıya sahip olmasına rağmen, kendisindeki bu mükemmelliği beyninde gerekli gelişimleri yapmaması sebebiyle, madde dünyasında ortaya koyamamakta; ve Yaratıcısı tarafından da bu yüzden sorumlu tutulmaktadır...
Evet “ahlâkî bozukluklar” diye bildiğimiz durumların kaynağı da beyindeki birtakım bilemediğimiz patolojik sebeplerdir demiştik...
Bakınız ünlü Tıp adamı Ordinaryüs Profesör Doktor Sadi IRMAK, beynin üst yapısı hakkında ne diyor:
“Beynin üst yapısı hakkında şimdilik şunu biliyoruz: Bu üst yapıda 15 milyar hücre vardır... Yani üst beyin kabuğunda... Ve bu hücreler arasında iştirak bağları, küçücük lifler bulunur... Yani, bu liflerle birbirine bağlanır hücreler... Ayrıca fizyolojik olarak da elektrik bağları vardır...
Şimdi bu son ilmî araştırmalar gösteriyor ki, insan bu bağlantı imkânlarının (90 senelik hayatında) ancak pek azını kullanmaktadır... Ve bu bağlantılar vasıtasıyla, hücre gruplarının çalışması tefekkürün, felsefik görüşün ortaya çıkmasına vesile olmaktadır...
Fakat şimdi bilmekteyiz ki, en mütekâmil bir insan, Einstein bile, mevcut potansiyellerinin, bağlantı liflerinin pek azını kullanarak ölmüştür...
Şimdi şöyle tahminler yapılmaktadır:
İleride gitgide, yeni bağlantılar kurmaya alışacak veya hâdiseler onu zorlayacaktır. Böylece insan yeni vasıflar ortaya koyacaktır...
Hatta bu 15 milyar hücre arasındaki irtibatlar, günün birinde tam teşekkül ettiği zaman, insan ulûhiyete çok yaklaşmış olacak, Allâh’ın gölgesi veya halifesi durumunda olabilecektir... Fakat şimdilik bu imkânların pek azını kullanabiliyoruz... Bizim, tabii, vasat insan dediğimiz insan, bunun beşini, onunu kullanabiliyor... Shakespare’de altı bin kelime, bir köylüde ise altmış kelime görülür... Kullanılan kelime adedi, bu bağlantıların sayısı ile ilgilidir... Hangi adam hayatında fazla kelimeye sahip ise, bu bağlantıların fazla olduğuna işaret eder...
- Her bir kelime bir bağlantının mı ifadesidir?..
- Evet... Her bir kelime bir bağlantının ifadesidir... Her bir kelime, ayrı hücre grupları arasındaki bir bağlantıyla meydana gelir...
- İnsanın tekâmülü, bu lifleri daha fazla kullanabilmesine bağlı demek?..
- Evet, bu lifler anatomik olarak herkeste mevcut; fakat kişinin bu lifleri kullanabilme yeteneği herkesin şahsına göre değişmektedir... Onları kullanmamızı gerektirecek hâdiselerle karşılaşmamış olmamız da bir sebep olabilir burada... Kullanılmaya kullanılmaya içgüdüler de körelir.
- Demek, hayal gücü geniş bir insan dediğimiz zaman, bu bağlantıları fazlasıyla kullanabilen bir kişi kastetmiş oluyoruz?..
- Evet... Bugün ilmin varmış olduğu neticelerden biri de budur!.. Çoğu da bunu erkenden alıştırmalı diyorlar... İşte çocuk terbiyesinin, yüksek zihin faaliyetleri öğretmenin faydası da bundan dolayı çoktur...”
İşte Sayın Ordinaryüs Profesör Doktor Sadi IRMAK’ın da beynin yapısı hakkındaki görüşü böyle...
Biz burada tıbbi bir eser yayınlama durumunda olmadığımız için beynin özelliklerine daha fazla girmeyeceğiz... Ancak beyin hakkındaki fikirlerimizin ispatı mahiyetinde, zannediyoruz ki ülkemizin bu ünlü bilim adamının sözleri de okuyucularımızın bu sahada bir şeyler kazanmasına vesile olmuştur...
Bizim burada “İnsan” diye adlandırdığımız ve yukarıda açıkladığımız yapının adı, dinî kaynaklarda “NEFİS” ve “İNSAN” olarak da geçmektedir.
Dinî kaynaklarda “Ruhu Hakikat” diye tanımlanan, bizde de “Ruh” adını almakta; “Ruhu Seyranî” yahut “Nefis” adıyla işaret edilen, bizde “İnsan” kelimesiyle yerini bulmakta; keza “Ruhu Hayvani” denilen kısım da bizde “dalga beden” diye açıklanmaya çalışılmaktadır...
Kelimeler böylece değerlendirilerek anlaşılır ve aşağıda nakledeceğimiz pasajlar dikkatle okunursa, dinî kaynakların ve İbni Abbas gibi, devrinin çok ünlü bilim adamının görüşüyle, bizim görüşümüz arasında hiçbir fark olmadığı anlaşılacaktır.
Aşağıda okuyacağınız pasajlar “Hak Dini Kur’ân Dili” adındaki 9 ciltlik merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinden alınmıştır...
“NEFS, bir şeyin zâtı ve kendisi demektir. Ruh ve kalp mânâsına da gelir. Örf-i şer’ide şehvetin, gadabın mebdei olan kuvve-i nefsaniyyeye ıtlak olunur. Burada evvelkidir.” (Cilt: 1/Sayfa: 223)
“HER NEFS ÖLÜMÜ TADACAKTIR... NEFS, zât ve ruh mânâlarına geldiği cihetle, bundan bazı zevât, bakâyı ruh mânâsına anlamışlardır. Çünkü tatmak bir eseri hayattır. Ve zevk anında, zevk alanın bâkî olduğunu ifham eder, yoksa zevk tasavvur olunamaz.
O hâlde mânâ, “her nefis bedenin ölümünü tadacaktır” olur.
Bu da nefis, bedenin gayrı olduğunu ve bedenin ölümüyle onun ölmeyeceğine ifham eder. Binâenaleyh zarureti mevt, hayatı cismaniyyeye mahsus olup, ervah-ı mücerredenin adem-i fenâsına kaildir.”(Cilt: 2/Sayfa: 1244)
“İbn-i Abbas Hazretlerinden varit olan bir rivayet vech ile, akl-u temyiz nefsi denilen nüfusu nâtıka ile tefsir etmişler ve teveffiyi (ölümü) de bedene olan tealluk ve tasarrufunu kesmek suretiyle kabz edip almak diye beyan etmişlerdir...
İbn-i Abbas hazretleri demişlerdir ki: Âdemoğlunda bir nefis, bir ruh vardır; aralarındaki fark, Güneş ile ışığı gibidir. Nefis kendisiyle akıl ve temyiz yapılan; Ruh da, teneffüs ve hareket yapılandır. Ölümde ikisi de müteveffa (yani bedenle bağlantısı kesilmiş); uykuda ise yanlız nefis müteveffadır.” (Cilt: 5/Sayfa: 4127)
“Melekülmevt (Azrâil) bedenden ruh-i hayvani denilen hayatı cismaniyye ruhunu kabz eder, akl-u temyiz ruhu denilen nüfus-u nâtıkayı, emr-i rab olan ruhi insaniyi ise “ve nefahtu fiyhi min ruhiy” mantığınca doğrudan doğruya ALLÂH nefhettiği gibi; “Allâhû yeteveffiyl enfüs” mantığınca, kabz-u teveffisi de doğrudan doğruya ALLÂH’a aittir.” (Cilt: 5/Sayfa: 4129)
Kaynak : Ruh İnsan Cin - Ahmed Hulusi