Message
Kelime-i şehâdet ile, “Allâh”ın varlığına, Tekliğine, Ahadiyetine, O’nun dışında başka bir varlık olmadığına şehâdet ettin, tasdik ettin ya; işte bu tasdikin neticesi olarak da “Mi’râc” yapıp Allâh’a ermek durumundasın!..
Onun için de İslâm’ın ikinci şartı “Mi’râc”tır.
Burada şunu diyebilirsiniz; “Biz İslâm’ın ikinci şartı olarak ‘namaz’ı biliriz... Nereden çıktı ‘mi’râc’?..”
Doğru bilirsiniz! Ama, o “namaz”da “mi’râc” olmalıdır; ve dahi namaz, “mi’râc”tır!
Çünkü Hz. Rasûlullâh buyuruyor ki:
“Namaz, müminin mi’râcıdır.”
Böyle olduğuna göre, demek ki gaye, hedef; şuurda mi’râc, bedensel namaz ise araç!
Öyleyse ikinci şartı neymiş “İslâm”ın?
Mi’râc!..
İsterseniz burada bir tespit yapıp; “İslâm’ın şartlarının araçlarına göre sıralamasından söz edelim;
1. Kelime-i şehâdet,
2. Namaz,
3. Oruç,
4. Hac,
5. Zekât.
Şimdi de bu beş zâhirî aracın gayesi olarak hedeflenen beş bâtınî amacı sıralayalım:
1. “Kelime-i şehâdet”in getirisi: “ALLÂH”ı bilmek,
2. “Namaz”ın getirisi: “Mi’râc”... “ALLÂH”a ermek,
3.“Oruç”un getirisi: “ALLÂH”ta “yok”luğunu fark ederek yaşamak (fenâfillâh),
4.“Hacc”ın getirisi: Maarifi Billâh edinmek (BakâBillâh),
5. “ZEKÂT”ın getirisi: Hakk’tan eline geleni insanlarla paylaşmak.
Evet, genellikle gözden kaçan çok önemli bir hususa da böylece dikkatinizi çekmek istiyorum...
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın açıkladığı “Din”de, sistem ve düzen gereği olarak bize teklif edilen ve “ibadet” adı altında toplanan birtakım çalışmalar söz konusudur…
Ancak biliriz ki, her yapılan çalışmanın bir amacı, bir hedefi vardır!.. “Niçin bunu yapıyoruz?” sorusu, amacın ne olduğunu sorgular...
Her amacın da bir aracı vardır!
Araç, amaç içindir!
İslâm Dini gereği olarak bize teklif edilen çalışmalar, -kesinlikle farkında olmak zorundayız ki- araçlardır!
İslâm’ın şartları olarak bildirilen araçlar; “İman esasları” olarak bildirilen hedefleri kavrama ve gereğini yaşayarak ölüm ötesi yaşama hazırlanma amaçları içindir!
Ancak ne var ki, toplumlar, hedef saptırılması yüzünden, araçları amaç edinmişler; amaçları gözden kaybetmişler; araçlarla beyinlerini ve kavrayışlarını bloke edip ötesine geçememişlerdir!
Hemen burada aklımıza Yunus Emre’nin dizeleri geldi:
“Hakikat bir denizdir, şeriat onda gemi;
Çokları gemiden denize dalmadılar!..”
Yani, araçta takılıp kaldılar, amaca ulaşmadılar!
Oysa önemi nedeniyle tekrar ediyorum…
Her araç, bir amaç içindir!
İslâm’ın şartları kapsamında yapılması teklif edilmiş olan fiiller, çalışmalar; insanı belli amaçlara ulaştırmak için getirilmiş araçlardır!
İşte bu yüzdendir ki, düşünebilen varlıklar olarak bizlerin, araçlara başvururken, diğer yandan da amaçları çok iyi kavramamız zorunludur!
Şimdi denebilir ki, “Biz bunları “ALLÂH”ın emrine uymak için yapıyoruz; amaç budur! Gerisine gerek yoktur!”
Eğer olay bu kadar basit olsaydı, Kur’ân beş-on buyruk âyetinden ibaret olur; insanların akıl ve mantığına, kavrayışına hitap etmez;
“Hâlâ tefekkür etmeyecek misiniz?”…
“Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”…
“Hâlâ basîretle bakmayacak mısınız?”… gibisinden uyarılara gerek duymaz; 6300 küsur âyete de gerek kalmazdı!
Bu sebepledir ki, biz bir yandan araç olan “ibadet” şekillerini hakkıyla değerlendirerek yol alacağız; öte yandan da hedefi iyi kavrayarak, elimizdeki araçla, amaca ulaşacağız!
İşte bir araç olan, biçimsel “namaz”ı da bu anlamda, amacına uygun olarak değerlendirmek zorundayız!
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) Efendimiz bir açıklamasında:
“NAMAZ, DİNİN DİREĞİDİR!” buyuruyor.
Dinin direği ne demektir?..
O zamanlarda, insanların çok az bir kısmı kerpiçten yapılan evde yaşarken, büyük bir kısmı çadırda yaşıyordu... Çadırın meşhur orta direği vardır. O çadırı ayakta tutan ana direk gibi; dinin direği de namazdır!
Kişi, “mi’râc olan namaz” gerçekleşmediği sürece, bir önceki basamakta yapmış olduğu “Kelime-i Tevhid”i tasdikinin gereğini hissedip, yaşayamaz... Bilgide kalır!
İlm-el yakîn, “Kelime-i Şehâdet”in sırrının kavranmasıdır!
Bunun Ayn-el yakîni; “namaz”ın mi’râc oluşudur!
Hakk-el yakîni; “oruç”tur.
Buraya kadarı Fenâfillâh’tır…
BakâBillâh ise “zekât”tır!
Bunlar bugüne kadar pek bahsedilmemiş şeyler olduğundan, belki de nasıl oluyor diyerek yadırgayacaksınız, şaşıracaksınız; hatta belki de reddedeceksiniz…
Ama sakın ola ki bu açıkladıklarımı inkâr ederek nefsinize zulmetmeyin!
“İlm-el yakîn”de; kişi ilmî idrak ile “Allâh”ın tekliğini, Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın Allâh Rasûlü ve Allâh kulu oluşunu idrak ederek şehâdet eder.
Bu şehâdetin neticesinde, aldığı ilme göre namazı ikame ederse (namaz kılarsa değil), o namazı ikame edişi ile kendisinde mi’râc başlar…
O yaptığı “urûc” ile oluşan “mi’râc” sonucunda da “Allâh”a vâsıl olur!..
Bunun da neticesinde kendi varlığı ortadan kalkar; varlığında TEK mevcut olan Hakk’tan gayrı olmaz!
Bu hâlde varlığının Hakk’ın varlığı olduğunu kavrayınca; Kendisi varlığındaki ilâhî vasıflarla tahakkuk eder.
Ettiği zaman, “oruç”lu olup, zâhir olduğu kapasite çapında aç kalır, susuz kalır; açlığa ve susuzluğa tahammül gösterir; “Samediyet tecellisi olur” böylece de “Hakk-el yakîn” hâli kendisinde zuhur eder.
Evet, önce “NAMAZ” üzerinde duralım…
“Kulun Allâh’a en yakîn olduğu hâl ve zaman secde hâlidir” buyurulur...
Bir de namazın “ikame” edilmesinden söz edilir.
Namaz “kılan”lar vardır... Namazı “ikame” edenler vardır.
Namazın “kılınması” ayrıdır, namazın “ikame” edilmesi ayrıdır, “daimî namazda” olanlar ayrıdır.
“Zâhir ehli” yani olayın tefekkürüne girmeyenler topluluğu diye bahsedilen “avam” için, “namaz kılınır”.
Namaz kılınması önerilerek, belli hareketler arasında, belli zikirlerin yapılmasıyla, bu zikirlerden ve dualardan hâsıl olan enerjinin beyin tarafından ruha yüklenmesi hedeflenmiştir...
Bu çalışmadan amaç, ruhun pozitif enerjisinin kuvvetlenerek, kişinin kendisini ölüm ötesi yaşamda güçlü bir hâle getirmesidir.
* * *
Din ve dinsel değerler, “SÜNNET” denilen ALLÂH indîndeki zamanüstü gerçeklerle bağlantılı olup; insanlara “Din”deki zamanüstü gerçeklerin kavratılması ve yaşamlarını bu izafî-göresel olmayan gerçekler doğrultusunda düzenlemeleri için gelmiştir!
Yine bu konuda söylenen, “Namazda aklına başka şeyler geliyorsa namazın kabul olmaz” fikri de kesinlikle uydurmadır! Elbette o sırada aklına başka şeyler gelebilir; ve buna rağmen de namazın geçerlidir!
Namazı “kılan” bir kişi velev ki, o âyetleri okurken veya tespih ederken aklı başka yerde olsa bile, bu okuduklarından meydana gelen veriler ve enerji beyin tarafından ruha yüklenir! O anda başka şeyler düşünse de!
Çünkü beyinde aynı anda pek çok devre çalışır. Her biri kendi devresinde, kendi varoluş gayesine ve sistemine göre görevini ifa eder.
Biz, beynimizin faaliyetlerinin pek çoğundan bîhaberiz!
Ancak, haberdar olmamamız, bir şeyi değiştirmez; ve biz, beynimizin yaptığı sayısız işlevden habersiz olsak da beyin bu görevlerini yapar...
Ayrıca, biliriz ki, biz bir yandan araba kullanır, bir yandan radyo dinler, bir yandan yolu gözler, bir yandan yanımızdakine kulak ve cevap verir, bir yandan da yediklerimizi hazmederiz!.. Ve hatta, farkında olmadığımız birçok işi yaparız! Bunların hepsi de aynı anda beyin tarafından düzenlenir ve kontrol edilir!
Bu yüzdendir ki, siz namazı kıldığınız zaman, o namazda okuduğunuz âyetler ve dualarla elde edilen enerji, siz farkında olmasanız da ruhunuza yüklenir; siz de ruhunuzun ölüm ötesi yaşam enerji ve bilgisini böylece dünyada iken elde etmiş olursunuz.
Namazın, herkese ortak kazandırdıkları, bu yönüyledir!
Bunun yanı sıra, bir de daha derinliği ile olayı tasavvuf yoluyla inceleyen “havâss” denen insanlar grubu vardır. Bunlar namazı “ikame” etmek isterler.
“Namaz”ın “ikame” edilmesi için, önce “Allâh” ismi mânâsının ne olduğunun anlaşılması gerekir.
Kelime-i şehâdeti, avam yani derinliğine düşünmeyenler şu anlamla söylerler...
“Allâh’tan başka tanrılar yoktur, tek tanrı Allâh’tır”!
Böylece ötedeki, eleştirilecek ilkel tanrı anlayışını ortadan kaldırıp, gerçek anlamıyla “ALLÂH”ı fark etmezler! Sadece, bir isim ve tanrı olarak Allâh’ı kabul ederler! Hz. Muhammed’i O’nun elçisi olarak kabul ederler. Bu Kelime-i şehâdetin avam yönüdür.
Bir de kelime-i şehâdetin daha ileri, yani havâssa dönük mânâsı vardır... Bu anlam, “Allâh’ın varlığı dışında varlık olmayışını” izah eder.
Bu anlayışta, “Hz. MUHAMMED’İN AÇIKLADIĞI ALLÂH” isimli kitabımızda bahsettiğimiz mânâda Tekliği kavramalı; ve bunun neticesinde de “ben” diye var olarak zannedilen, var diye vehmedilen benliğin var olmadığı anlaşılmalıdır!..
İşte bu, işin “havâss”a hitap eden yönüdür. “Havâss” düzeyindeki anlayıştır.
Eğer sen, “benliğinin var olmadığını” anlarsan; “var” sandığın benliğinin, şartlanmalardan ve kendi zannından ileri geldiğini çözersen; vücudunun, “yok”tan var olmuş bir “yok” olduğunu kavrarsan; o zaman varlıkta her bir zerrede var olan “TEK” varlığın “ALLÂH” olduğunu idrak edersin.
“NE YANA DÖNERSEN VECHULLÂH KARŞINDADIR (Allâh Esmâ’sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın)!” (2.Bakara: 115)
Âyetinin sırrı açılır...
O zaman, düşman, kötü, abes, çirkin kalkar; her biri ayrı bir gayeyle var olmuş güzel ve mükemmeller kalır... Diken ayrı güzeldir, kaktüs ayrı güzeldir, gül, karanfil ayrı ayrı güzeldir senin gözünde!..
İşte “kelime-i şehâdet”in bu havâss mertebesindeki görüşü, anlayışı, namazın ikamesine yol açar...
Burada ince ve hassas bir noktaya dikkatinizi çekelim!..
Namazın “ikame” edilmesini sağlayan şuur, idrak; önce namaz dışında oluşur, kavranır, hissedilir, namazda da bu hâl devam ederek “ikame” edilir!
Eğer, namazı “ikame” etme durumuna girmişsen, namaza dururken “ALLÂHU EKBER” dersin...
Dersin de, gerisinde ne olur?..
Bunu yaşayan bilir!
Ama biz, gene de bir kısmıyla size nakledelim;
Önce sizin de duymuş olabileceğiniz iki âyete işaret edelim;
“VAY HÂLİNE O (âdet diye) NAMAZ KILANLARA Kİ; ONLAR, (iman edenin mi’râcı olan) SALÂTLARINDAN (okunanların mânâsını yaşamaktan) KOZALIDIRLAR (gâfildirler)!”(107.Mâûn: 4-5)
“ONLAR (iman edenler) SALÂTLARINDA HAKKIYLA ALLÂH’I MÜŞAHEDE ETMENİN YAŞANTISI (huşû) İÇİNDEDİRLER.” (23.Mu’minûn: 2)
“ALLÂH” azametini fark eden insanın, bu sonsuz yücelik yanında kendi “hiç”liğini fark etmesi; ve bunun sonucunda da hissettikleridir “HUŞÛ”!
Bu âyetlerin anlamlarını yeterince anlayamayanlar, “sen namazda dünyadan yeteri kadar arınamıyorsun, Allâh’a yönelmiyorsun, dolayısıyla namazın kabul değildir” gibi hükümler verirler...
Oysa bu yorum, bu anlayış tamamen yanlıştır! Çünkü namaz, birinci derecesinde söylediğim gibi, kılınma şekliyle, senin ölüm ötesi azaptan, cehennemden korunman için gerekli olan enerjiyi sağlayacaktır.
Burada “huşû olmazsa, olmaz” denmesi, “Mi’râc olmaz” anlamınadır! “Allâh’a vusûl olmaz” anlamınadır!
Kişiye Din’de önerilen çalışmaların iki amacı vardır:
1. Ölüm ötesi yaşamda çeşitli ortamların azabından korunması.
2. “ALLÂH”a dünyada yaşarken ermek!
Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir.
İçinde huşû olmayan namaz, “Mi’râc” olmaz, ama huşû olmayan namaz kılınır ve kılınan namaz kişiyi çeşitli azaplardan korur.
İşin içyüzünü bilmeyenlerin sözlerine kapılıp; “Mâdemki namazı tam hakkıyla kılamıyorum o hâlde hiç kılmayayım” demek büyük gaflettir! Bilmeyenlerin sözlerine kapılıp, işin gerçeğinin kapsadığı büyük sırdan mahrum kalmaktır... Papaza kızıp “oruç” bozmaktır!
Baklava-börek yiyemiyorum o hâlde aç kalayım; diyerek önüne gelen kuru fasulyeyi geri çevirmeye benzer!
“Namazı kıl”, ayrıca da “namazı ikame” nasıl olur diye de araştırmanı yap!
Evet, gelelim namazın “ikame”sine:
Namaza dururken “ALLÂHU EKBER” deriz.
Başlangıç “tekbir”iyle birlikte, eller avuç ayaları karşıya bakar şekilde yukarı kalkar; ama kolunu kaldırma işini başına veya omuzuna kadar kaldırmışsın, veya ellerini kulağına değdirmişsin bu önemli değil!
Mühim olan, vücuda paralel bir biçimde ve avuç ayaları karşıya bakar bir şekilde ellerini başa doğru kaldırmandır... Bunun mânâsı “Allâh ile aramdaki tüm perdeleri kaldırdım arkama attım”, demektir.
“Tekbir” yani “Allâhu Ekber” sözünden murat;
“O” öylesine sınırsız, sonsuz ilim ve güç kuvvet sahibidir ki, “O”nun dışında bir varlık yoktur; demektir.
Şimdi bunu düşünerek namaza girdiğimizi düşünelim... “Allâh”ın Tekliğini, yüceliğini; her varlıkta her zerrede var olanın “O” olduğunu müşahede ederek namaza durduk.
İşte “namazın ikamesi” başladı...
“İnniy veccehtü vechiye lilleziy fetaresSemâvati vel Arda Haniyfen ve ma ene minel müşrikiyn” (6.En’am: 79)
“Muhakkak ki ben vechimi (bilincimi) hanîf (tanrı objesiz) olarak, semâlar ve arzın Fâtır’ına (her şeyi yaratış amacına göre programlayarak Yaratan’a) yönelttim... Ben müşriklerden değilim!”
“İnne Salatiy ve Nüsükiy ve mahyaye ve mematiy Lillâhi Rabbil alemiyn; ve Lâ şeriyke leHU ve Bi zâlike ümirtü ve ene evvelül müslimiyn” (6.En’am: 162-163)
“Muhakkak ki salâtım (yönelişim - namazım), nüsukum (Allâh’a yaklaştırıcı işlevi olan çalışmalarım), hayatım ve ölümümle yaşayacaklarım; Rabb-ül âlemîn olan Allâh içindir (Allâh Esmâ’sına ait özelliklerin açığa çıkması içindir).‘HÛ’ için ortak kavramı düşünülemez! İşte bununla hükmolundum; ben teslim olmuşluğunu yaşayanlardanım.”
Ondan sonra “Subhaneke ve bihamdike”yi okudun; her zerrenin “O”nu tespih ettiğini, “O”nun bütün eksik kavramlardan münezzeh olduğunu; her bir yaptığının mükemmellik olduğunu; her bir var ettiğinin ayrı bir mükemmeliyeti sergileme amacına dönük olduğunu idrak etmiş olarak dile getirdin.
“O”nun “hamd”ı ile “hamd” ederim, dedin... Yani, sadece “Allâh” kendi kendini idrak edip, değerlendirebilir, dedin...
Zira, “ALLÂH”ı “ALLÂH”ın dışında bir varlığın idrak etmesi mümkün değildir!
Övüp, yüceltmek ancak idrak etmekle mümkündür! Bizim “Allâh”ı değerlendirip, övmemiz, yüceltmemiz mümkün değildir…
…Ve hatta böyle bir şeye kalkışmamız “O”na bir nâkısiyet atfetmektir!
Gerçeğiyle, ancak ve sadece, “ALLÂH” kendi kendini anlayıp, bilir ve değerlendirir, demektir “Hamd”ın mânâsı!
Ondan sonra, EÛZÜ BESMELE’Yİ okuyup yani seni tanrına tapınmaya yönelten ve de varsayımdan oluşan düşüncelere saptırıcı olan “CİN KÖKENLİ” ilham ve vesveselerden, “ALLÂH”a sığındın...
“B”ismillâh’ir Rahmân’ir Rahıym...
“Varlığımı da oluşturup ismi “Allâh” olan Rahmân’dır Rahıym’dir… Ki O’nun namınadır eylemim!”
Dedin... Ve…
Bu arada “ALLÂH”, dilinde okudu!
Kendi kuvvet, kudret ve ilmiyle var olan âlemlerin Rabbi olan “Allâh”ın, özelliklerinin eseri olan âlemlerini seyr hâlinde olduğunu; ve o âlemlerin terbiye edici, yönlendirici, var edicisinin de “Allâh” olduğunu açıkladı... Daha doğrusu bunun böyle olduğunu sende dile getiren Allâh oldu!
Sen, “yok”luğunu fark ettin, böylece çıktın aradan, ortada kaldı sadece Yaradan; ve “ALLÂH” sende bu mânâyı ifade etmeye başladı.
* * *
Evet namazda böylece Fâtiha’yı okuduktan sonra biraz daha ilave âyet yahut sûre okuyup, sonra rükûya gidiyorsun
Ondan sonra rükûya giderken de, “Allâhuekber” diyorsun.
Belden yukarısı yere paralel, bele kadar dik bir biçimde...
Deminki âyetleri okurken, kıyam hâlinde ayakta dik duruyordun... Varlıkta hükmünü icra eden “HAYY” ve “KAYYUM” Hakk’ın kelâmı senden “kıyam”da açığa çıkıyordu!.. Varlıkta dimdik duran, her an geçerli sistem ve düzen olan “ALLÂH” hükmü senden açığa çıkıyordu... Bunun için dimdik ayakta idin...
Ondan sonra Esmâ özelliklerine dayanan bileşik yapın nedeniyle; terkipsel yapıların Rabb-ül âlemîn önünde boynu eğik olması sebebiyle; bu varlıkta ilâhî hükümlerin gereğinin senden çıkmasına işaret eden bir biçimde rükûya eğildin...
Belden aşağın dik, belden yukarın yere paralel; varlığının bir kısmı ile kulluğunu yerine getirmedesin, varlığının belden yukarısı yani, idrak yanıyla, şuur yanıyla bu evreni vareden mutlak varlık önünde eğilme durumundasın. O’nun varlığını, tekliğini tasdik etme durumundasın...
Ayrıca...
Belden yukarısının eğik, yere paralel durması, “fıtrî kulluğu” ifade ediyor! Belden yukarının yere paralel olması, senin, varlıkta Hakiym olan mutlak varlığı idrak etmek suretiyle; “O”nun ilmi, kuvvet ve kudreti önünde eğik, teslim olmuş bir durumda olduğunu ifade ediyor... Bu idrakın sende var olduğunu gösteriyor.
Buna karşın yere dik bele kadar olan bölümünle de mutlak vücudun varlığıyla, varlığının idâmesine işaret etmektesin!
Esmâ terkibi sonucu var olan vücudun varlığını oluşturan “Hakkaniyet” yönünden bele kadar dik; Esmâ özelliklerinden meydana gelmesi sebebiyle de Rabb-ül âlemîn’e tâbi olması yönünden “O”nun önünde belden yukarısı bükülü!
“RÜKÛ”; Ulûhiyet önünde, Rubûbiyet hükümleriyle var olan varlığın sembolizesidir!
Bu durumda tespih yapıyorsun.
“Subhane Rabbiyel aziym”
“Aziym olan, azamet sahibi olan Rabbim Subhandır.”
Her bir zerrede “O”nun hükmü yerine gelmektedir. Her bir zerre “O”nun varediş gayesine uygun davranışlar ortaya koymak suretiyle; kulluğunu ifa edip fıtrî tespihini yapmaktadır!
Ondan sonra:
“Semi Allâhu limen hamideh”...
“Semi Allâhu”: “Allâh algılamadadır”...
“Limen hamideh”: “Hamd edenin hamdı, Allâh’ındır!”
Yani, benim yaptığım her hareket, ilâhî kudretin tasarrufu neticesinde meydana çıkmaktadır ki, “ALLÂH” fiilimin gerçek fâili olarak ne yaptığımı bilmektedir; çünkü ilminde takdir eden “O”dur; anlamı var orada...
Doğrulduktan sonra tam dik vaziyete geliyorsun! Tam doğrulmadan, dik vaziyette bir lâhza durmadan secdeye gitmiyor, dimdik duruyorsun!
Dik dururken, “Rabbena lekel hamd” diyorsun veya daha uzun şekli ile;
“Rabbena lekel hamdu kemâ yenbagıy licelâli vechike ve liaziymi sultanik” diyorsun...
Ki Allâh Rasûlü çoklukla böyle söylerdi.
Daha tam anlamıyla dik durmadan, secdeye gitmek yok!
Bu tespih de tam dik dururken söyleniyor! Hemen rükûdan kalkarken ve dik hâlde iken... Anlamı ise yaklaşık şöyle:
“Kendi kemâlini, azametini, hikmetini, idrak, değerlendirebilme Rabbime mahsustur; ki O’nun kadrini ve kıymetini, sonsuzluğunu ve sınırsızlığını idrak etmek, ihâta etmek mümkün değildir”!
Ondan sonra “Allâhuekber” deyip “secde”ye gidiyorsun...
* * *
“Secde hâli, kulun ALLÂH’a en yakın olduğu hâldir” buyuruluyor...
“Secde” nedir ki “ALLÂH”a en yakın hâl oluyor?
“Secdede kul ile Allâh arasında perde yoktur!” deniyor…
Nerede deniyor?
“Secde”de!
Kimde? Secde edende!
Kıyamet günü, mahşer yerinde “Allâh’a secde edin” denecek...
Bir kısmı secde edecek, birçokları da secde etmek isteyecek fakat başaramayıp tahta gibi öne, ya da yana devrilecek! Beli dümdüz olup âdeta betonlaşacak! Bir türlü secdeye gidemeyecek!
Dünya’da, istemedikleri için secde etmeyenler var...
Secde etmek istedikleri hâlde, secde edemeyenler var!
Bir de şu anda namaz kılan, ama secde etmeyenler(!) var!
“Secde” etmek ne demektir?
“Allâh”a secde etmek, O mutlak varlık yanı sıra, ne senin ne de bir başka varlığın, vücudunun “var” olmadığını idrak etmek, müşahede etmektir!
“Ben yokum, sadece ALLÂH var!” demektir.
Veya bir diğer anlamıyla, “Var olan yegâne varlık Vâhid-ül Ahad olan Allâh”, demektir, “secde”nin mânâsı...
“Sadece bedenimle değil, şuurum, ruhum ve varlığımla sana secde ediyorum” demek için secdeye erdiğin anda, secde hâlindeyken, “Var olan yegâne varlık, Vâhid-ül Ahad olan Allâh’tır! “O”nun dışında “biz” yokuz”... diye düşünebilmek lazım.
“Biz” derken burada neye atıf yaptık?
“İyyake na’budu”ya!..
Bu “secde”yi yapabildiysen, ondan sonra kalkar oturursun, oturduğun zaman Hz. Rasûlullâh gibi:
“Va’fuanna, vağfirlena, verhamna” dersin; ve ayrıca istersen “vehdina”yı da ilave edersin... Secdeden kalkıp oturduğun zaman!
Bunu söyledikten sonra, bu “secde”den hâsıl olan mânâyı fark etmeyi takdir ettiği için, şükür olarak ikinci defa secdeye gider; üç defa daha “Subhane Rabbiyel âlâ” veya “SubhanAllâhi ve Bihamdihi” dersin.
Böylece namazın o rekâtı, bu şükür secdesi ile tamamlanmış olur!
Birinci “secde”, yokluk; ikinci “secde”, yokluğun müşahedesini ihsan eden “Allâh”a şükür secdesidir.
Kıyamın, yani ayakta Kur’ân okuma sürecinin; ve rükûnun sonrasında “secde”nin iki olmasının sebebi, birinci secde ile rekâtı tamamladıktan sonra, bunu tamamlamayı ihsan eden “Allâh”a şükürdür.
Anlayabileceğimiz kadarıyla işte bu “havâss”ın namazıdır.
Bu havâss’ın “ikame” ettiği namazın ötesinde, bir de “hassül havâss”, “mukarreb” denen, “Allâh”a kurbiyet kazanmış, evliyanın ileri derecelilerinde yaşanan “daimî namaz” hâli söz konusudur.
1- “Kılınan” namaz...
2- “İkame” olunan namaz...
3- “Daimî” namaz...
“Daimî” namaz nedir?
Namaz, ana yapısı itibarıyla, “ikame” olunan namazdır dedik.
“İkame” namaz sonucunda “secde” ile namazın kemâline ulaşırsan; bu “ikame” olunan namaz kişiye “urûc” sağlar ve “mi’râc” hâsıl olur!
“Mi’râc”; kişinin “Kab-ı kavseyn” veya “ev ednâ” makâmında, “Allâh”ı müşahede etmesi!
Ya da, daha açık ifadesiyle, kendi varsayım benliğinin, hiç varsayılmamışcasına ortadan kalkıp, “BÂKÎ ALLÂH”tır hükmünce bütün Esmâ ve sıfatlarıyla BÂKÎ olması hâlidir.
“Urûc”un neticesinde hâsıl olan “Mi’rac” ile o kişi, İlâhî bakâ ile “BÂKΔ olur!.. Sen, Onu kendin gibi sanırsın; ama O, “Allâh’la Bâkî” durumdadır! Ve bu hâl ile hayatını sürdürür.
Hz. Rasûlullâh’a baktıkları zaman; O da bizim gibi yiyip içiyor, aramızda dolaşıyor, çarşı pazar geziyor, ne ayrıcalığı var dediler... Ama O, ilâhî hakikati hissedip yaşayan, “Mi’rac” sahibi olan; ve bunu bize bildiren “Allâh Rasûlü” idi!
Dışarıdan bakanlar, O “daimî namaz” ehlini kendileri gibi görürler; ama bilmezler ki O, varlıkta “Bâkî olan Allâh”ın yalnızca bir Esmâ zuhurudur!
İşte bu hâl, “ölmeden evvel ölerek”, şuur boyutunda kişisel kıyametin kopup; “Sümme ileyna turceûn”, “ve dahi bize döneceksiniz” âyetinin mânâsı ortaya çıkıp; basit tâbiriyle “kişinin Allâh’a rücu etmesi”dir.
Allâh’tan gelenin Allâh’a rücu etmesidir!..
İşte bu da “mukarreb”lerin “daimî namazı”!
Bunu başka nasıl anlatmak lazım bilemiyorum! Ancak yaşayan bilir! Daha fazlasıyla anlatılması bizce mümkün değil!
İşte, İslâm’ın ikinci şartı olan namaz!
Kaynak : İslam'ın Temel Esasları - Ahmed Hulusi