Message
“Hac”cın iki hedefi vardır ki, bunlardan birisine ulaşmak zorunludur;
1. Yaşamının “Arafat”ta bulunduğun o anına kadar, ruhuna yüklenmiş tüm günahlarından arınarak, “sıfırlanmak”!..
2. “Maarifi Billâh” ile hâllenmek suretiyle, ALLÂH İsmiyle İşaret Edilenin ilmiyle âlemlerini ve düzenini seyretmek...
HAC konusunda öncelikle şunu belirtelim:
Hac günü belirli bir süre Arafat’ta bulunup geçmiş günahlarına tövbe eden kişi, kul hakkı da dâhil olmak üzere o an’a kadarki bütün günahlarından kurtulur!
HAC, İslâm Dini şartları arasında herkese son derece yararlı olan bir çalışmadır! Zira...
Yaşamı boyunca kişinin bilerek veya bilmeyerek yaptığı yanlışlardan dolayı beyninde oluşan ve “günah” adı verilen tüm negatif yük, eksiksiz olarak onun dalga (wave) bedenine yani ruhuna yüklenmiştir!
Ruhundaki bu negatif yükün getirdiği ağırlık yüzünden de cehennem denilen ortamda battıkça batacaktır!
İşte başına gelecek olan bu felaketten kişinin kendini tümüyle kurtarabilmesi; ruhuna yüklenen negatif yükün tamamıyla “sıfırlanması-silinmesi” HACda mümkün olur!..
O an’a kadar ruhuna yüklenmiş olan tüm günah adı verilen negatif yükleri silinir ve “anasından doğduğu günkü kadar günahsız olarak” geri döner!
Ve gene Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın açıklamasına göre;
“Acaba benim günahlarım affoldu mu; diye şüpheye düşerse, yeryüzündeki en büyük günahkâr olur.”
Kâbe niçin Mekke’dedir?.. Arafat’ta ne sır vardır ki orada toplanılmaktadır?
HAC olayının altında yatan sır gerçekten hafsalaların kolay kolay alabileceği bir şey değildir. Haccın bir kişi için ne kadar önemli ve değerli bir ibadet, bir eylem olduğuna geçmeden önce bu konuda Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın üç ana noktaya işaret eden buyruklarından söz edelim:
Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi vesellem şöyle buyurdu, diyor Hazreti Âli kerremallâhu veche:
“Beytullâh”a ulaştıracak azık ve binek hayvanına mâlik olup da, hac etmeyen kişinin Yahudi veya Hristiyan olarak ölmesinin kendisince ne önemi vardır. İşte Allâh kitabında şöyle diyor:
“…Gitmeye imkânı olan herkese Beyt’i hac etmek, insanlar üzerindeki Allâh hakkıdır.” (3.Âl-u İmran: 97)
***
İbn Ömer (radıyallâhu anh)’dan rivayet edilmiştir:
Bir adam Rasûlullâh’a gelerek sordu:
- Haccı farz kılan nedir yâ Rasûlullâh?..
Rasûlü Ekrem sallâllâhu aleyhi vesellem cevap verdi:
- Azık ve binektir! (yani hac yolculuğunu yapacağın bineğin ve yolculukta yiyeceğin kadar azığın) (Tırmızî)
***
“Umre, kendisi ile öbür umre arasındaki zaman içinde işlenen günahlara kefarettir. Haccı Mebrurun cennetten başka karşılığı yoktur!” (Müslim)
***
Ebu Hureyre (radıyallâhu anh)’dan...
Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
- Her kim şu beyte gelir, kadına yaklaşmaz, fısk işlemezse, o kimse anasından doğduğu gibi döner! (Müslim)
***
Abdurrahman bin Yâ’mar ed Dîlî (radıyallâhu anh) şöyle demiştir:
Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi vesellem Arafat’ta vakfe hâlinde iken, ben O’nun yanında hazır bulundum. O esnada Necid halkından birkaç kişi O’nun yanına gelerek:
- Yâ Rasûlullâh, hac nasıldır? (Haccın hâli nedir?)
Rasûlullâh buyurdu:
- HAC ARAFAT’TIR! Kim cem gecesi sabah namazından önce gelirse haccı tamamlar. Mina günleri üçtür. Artık kim iki günde acele ederse onun üzerinde bir günah yoktur. Kim de gecikir ise ona da günah yoktur.
Sonra bunun arkasından bir adam yolladı ve bu hükümleri yüksek sesle halka duyurdu. (İbni Mâce, Tırmızî, Ebu Davud, Nesâi)
Abbas bin Mirdâs es-selemî (radıyallâhu anh) şöyle buyurmuştur:
Hz. Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi vesellem, ümmeti için Arefe günü akşamı (Arafat’ta) mağfiret duasında bulundu. O’na şöyle cevap verildi:
- Zâlim müstesna, onları bağışlarım!.. Çünkü ben mazlumun hakkını zâlimden şüphesiz alırım!
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm):
- Ey Rabbim, eğer dilersen mazluma (hakkını) cennetten verir ve zâlimi bağışlarsın… diye dua etti.
Fakat o akşam bu duası kabul olunmadı. Sonra Rasûlü Ekrem (ertesi sabah) Müzdelife’de sabahlayınca anılan duayı tekrarladı ve duası kabul olundu.
Abbas bin Mirdâs:
Sonra Rasûlullâh güldü. Bunun üzerine Ebu Bekir ve Ömer:
- Babam anam sana feda olsun! Bu saatte gülmezdin! Seni güldüren şey nedir?.. Allâh seni sevindirsin.
Rasûlü Ekrem:
- Allâh düşmanı İblis, Allâh Azze ve Celle’nin benim duamı kabul edip ümmetimi bağışladığını bilince toprağı alıp başına dökmeye ve “Mahvoldum, helâk oldum” diye bağırmaya başladı. Gördüğüm onun bu sabırsızlığı ve üzüntüsü beni güldürdü… buyurdu. (İbni Mâce)
***
Evet Hac konusundaki bazı hadîs-î şerîfler de bunlar...
Şimdi olayın bilimsel izah yönüne geçelim…
“HAC ARAFAT’TIR” işareti meselenin ana kilit noktasıdır.
Zira, Beytullâh yani Kâbe-i Muazzama yılın her vaktinde ziyaret edilebilir ki buna “Umre” denilir. Bundan elde edilen ecir, sevap çok büyüktür ancak “Hac” gibi olmaz.
Niçin?..
“HAC”da ne gibi bir sır yatmaktadır ki, Rasûlullâh, “Gidecek binek ve azığı olup da, gitmeyen Yahudi veya Hristiyan gibi ölür” mânâsına gelen son derece ağır uyarıyı yapmak mecburiyetinde kalmıştır.
“Ev bark, araba al, çocuğunu, torununu büyüt, kızını gelin et, yaşlan, dünyadan elini eteğini çek de ondan sonra hacıya gidersin…” şeklindeki halkın son derece cahilane şartlanmasının yanlışlığını vurgulanıp; çok büyük bir gerçeği fark ettirmeye çalışıyor!
Hacca gidecek bir bineği ve azığı temin ettiğin anda senin üzerine HAC farz olmuştur; bu yeterli imkândır; buna rağmen gitmezsen ve gitmeden ölürsen, Yahudi ya da Hristiyan gibi ölmüş olursun anlamına gelen son derece ağır ve önemli bir uyarıda bulunuyor.
* * *
Bizim müşahedemize, Cenâb-ı Hakk’ın bizde izhar etmiş olduğu ilme göre...
İnsan bedenini saran sinir sisteminde akmakta olan biyoelektrik gibi, Dünya’nın yüzeyi altında da akan “negatif” ve “pozitif” radyasyon akımları, kanalları mevcuttur.
Şayet sizin kurmuş olduğunuz ev ya da iş yeri veya çiftlik, negatif radyasyon akım kanallarından birisi üzerine isâbet ederse, o evde başınız hastalık ve sıkıntıdan kurtulmaz. İş yerinizde daima işler ters gider. Çiftliğinizde kaza-belâ eksik olmaz, hayvanlarınız barınmaz vesaire...
Aynı şekilde şayet eviniz, iş yeriniz ya da çiftliğiniz pozitif radyasyon akım kanallarından biri üzerine isâbet ederse... Bu defa da eviniz son derece huzurlu olur. Dışardan çoğu zaman evinize kaçarsınız. İş yeriniz son derece verimli, bereketli olur. Çiftliğiniz, hayvanlarınız keza öyle.
İşte bu anlattığımız akım kanallarına batıda, özellikle İngiltere’de “ley” hatları deniliyor. “Negatif” olanlarına da “kara akım hatları” tâbiri kullanılıyor.
Burada bir önemli noktaya da dikkatinizi çekmek istiyorum…
Bu dalgalara “pozitif” veya “negatif” tâbirlerini kullanmamız, bize GÖREdir!.. Bize yarar sağlaması itibarıyla “pozitif”, bize yarar sağlamaması itibarıyla da “negatif” deyimini kullanmaktayız… Oysa bu dalgaların kendi yönünden bir “negatif”lik ya da “pozitif”lik gibi bir ayrıcalıkları yoktur! Yalnızca pek çok yüksek frekanslı dalgalardan daha düşük frekanslı dalgalara kadar uzanan dalga türleridirler...
Biz Kudüs, Medine ve Mekke’deki alanların yaydıkları yüksek frekanslı dalgalara “pozitif” demişiz... Esasen bu dalgalara Din-tasavvuf lisanında da “Cemâl” veya “Celâl nûrları” ismi verilmiştir!
Bize göre “pozitif” olarak nitelenen ışınımın nispeten daha düşük frekanslı olanlarına “Cemâl nûru”; daha yüksek frekanslı olanlarına da “Celâl nûru” denilir…
Ancak dikkat edile ki… Burada anlatılan, bize çok yararlı olan bu “Cemâl ve Celâl nûrları” ile “mutlak Cemâl ve Celâl nûrları” arasındaki fark, sanki kibrit ateşi ile Güneş arasındaki fark gibidir!.. Gözden kaçmaya!
İnsanların dahi “celâlli” ya da “cemâlî” diye tanımlanması, beyinlerinin yaydığı bu dalgalar dolayısıyladır... Yani, kiminin beyninin yaydığı dalgaların frekansı, kimine göre çok daha yüksektir, ki biz onlara “celâlli bir kişiliği var” deriz!
İşte Dünya’nın bedeni içindeki, “pozitif” enerji hatlarının kesişip sanki bir enerji santralı gibi yayın yaptığı en önemli merkez, Mekke’de bulunan Kâbe-i Muazzama’nın altıdır ve bunun uzantısı da Arafat Dağı’nın altıdır!
Keşif sahiplerinin keşif yoluyla gördüğü bu gerçeğe Seyyid Abdülaziz Ed Debbağ da “El İbrîz” isimli eserinde değinmiş ve Kâbe’den göğe yükselmekte olan bir “nûr” sütunundan, adı geçen eserinde bahsetmiştir!
Bu noktadaki çok güçlü pozitif enerji dolayısıyla Harem-i Şerîf’teki tüm insanların beyinleri öylesine etkilenip, öylesine güçlü bir faaliyet içine girmektedirler ki bunu anlatabilmemiz mümkün değildir.
Nitekim bu gerçek dolayısıyla Kâbe çevresinde kılınan namaz için Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Kâbe’de kılınan iki rekât namaz, Dünya’nın başka mescitlerinde kılınan namazdan 100 bin defa daha sevaplıdır!”
Zira Kâbe çevresinde yapılan her ibadet sırasında, yeraltından yayılan “celâl nûrları” yani çok yüksek frekanslı dalgalar dolayısıyla, beyin katbekat güçlü dalga üretimi yapmakta; hem bunu ruha güçlü olarak yüklemekte; hem de dışa dönük bir biçimde yayınlamaktadır.
Gene bir başka hadîs-î şerîf’te Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi vesellem:
“Başka yerlerde sadece fiillerinizden mesûlsünüz, Kâbe’de ise düşüncelerinizden de mesûl olursunuz” buyurmuştur.
Bunun da gene sebebi, beynin aldığı güçlü enerji dolayısıyla düşünceleri dahi “fiil” düzeyindeki bir güçle ruha yüklemesindedir.
Ancak burada bize göre bir başka gerçeğe dikkatinizi çekmek isterim:
Beytullâh altında olup çevresini de etkileyen bu alan en fazla yaklaşık 30-40 metrelik bir yarıçaptır! Onun dışı Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın yaşadığı devirde evlerle kaplıydı! Bugün ise Ebu Cehil’in tuvalet yapılmış olan evinin çevresinde bile, “Kâbe’de namaz kılıyoruz” zannıyla namaz kılan sayısız insan görüyoruz!
Yine bizim tespitlerimize göre, Kâbe çevresinin dışa yani çevreye yaygınlaştırılması yerine; 30-40 metrelik çevresinde dönerek yükselen ve inen bir yürüyen yol yapılıp; insanların burada yürürken yedi dönüşü yani bir tavafı tamamlamaları sağlanabilirdi… Bunun için de Kâbe’nin duvarları yükseltilebilirdi!
“Beytullâh”taki bu “nûrâniyet”ten istifâde için, tavafların özellikle bu mesafe içinde yapılması, açıkladığımız gerekçe yönünden çok önemlidir; bize göre!
“Beytullâh” altındaki bu enerji merkezinin, yani “nûrâniyetin” bir başka tezahürü de şudur…
Mekke’ye gelip Kâbe ziyaretinde bulunanların önemli bir kısmında, birkaç gün içinde değişiklikler görülmeye başlanır beraber oldukları arkadaşlar tarafından…
Bu insanların kimi son derece hırçın, haşin, bencil, hükmedici bir kişilik ortaya koymaya başlar; kimi de son derece munis, hoşgörülü, sevecen, yardımsever bir hâl alır! Kimi çarşı-pazara saldırır; kimi de Beytullâh’tan dışarıya adım atmak istemez!
Kişilerdeki bu değişikliğin sebebi bizim tespitlerimize göre şudur…
Kâbe’nin altındaki enerji merkezinden, oldukça yüksek frekanslı bir dalga yayılmaktadır… “Celâl nûrları” diye isimlenen bu nûrlar, hem insanlarda şiddet ve celâl hâli oluşturmakta; hem de insanlardaki o an’a kadar açığa çıkmamış özelliklerin beyinden dışa vurmasına yol açmaktadır!
Oraya gitmeden önce, normal kendi hâlinde yaşayan bir kısım insanların, oradan döndükten sonra, hiç de o güzelliklere uymayan bir yaşam biçimi içine girmesi; hatta dinî değerleri bir yana bırakarak beşeriyetin doğal gereklerine ve sonuçlarına göre yaşam sürdürmeye başlaması, işte beyni etkileyen bu yüksek radyasyon dolayısıyladır. Bu yüksek frekanslı dalgalar, onun ikincil kişiliğini oluşturan merkezleri güçlendirerek, günlük yaşamının bu doğrultuda açığa çıkmasına sebep olur!
Nasıl ki, bir balon sönükken üzerindeki defolar belli olmaz, fakat şişirilince ortaya çıkarsa…
Aynı şekilde, oradaki yüksek frekanslı dalgaların beyin faaliyetini arttırması dolayısıyla, herkesin ikincil özellikleri orada ortaya çıkmaktadır! Ve böylece çok iyi tanıdığınızı sandığınız yakınınızın orada içyüzünü görmeye başlarsınız!
Bu çok yüksek enerji dolayısıyladır ki, Mekke’de insanlar çok “celâl”li saatler yaşarlar ve olaylarla karşılaşırlar!
Oraya gidenlerin de bildiği üzere, Mekke halkı genelde sert, hırçın ve celâlli insanlardır! Bunun sebebi bizim tespitlerimize göre Kâbe altındaki çok yüksek frekanslı dalgalardan, yani radyasyondan, ya da mecazî anlatımla “Celâl nûrlarının” tesirlerinden ileri gelir!
Misal vermek gerekirse, Anadolu’nun herhangi bir yerine göre, Kâbe’de yayılan dalgalar yüz bin defa daha yüksek frekanslı yani kuvvetli dalgalardır! İşte bu yüzden “Kâbe’de kılınan namaz başka yerlerde kılınan namazdan yüz bin defa daha sevaplıdır” ve de “Kâbe’de düşündüklerinizden mesûl olursunuz”!
İşte bu yüksek frekanslı ışınım, yani “Celâl nûrları”, o dalgalarla haşır-neşir olarak büyüyen insanların bahsi geçen özelliklere sahip olması sonucunu getirir!
Gene bizim müşahedemize göre…
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın, Nübüvvet görevinin başlamasından hicretine kadar geçen yaklaşık on üç yıllık evresinde, Mekke’de kendisine inananların sayısının 40-50’ye ulaşabilmesinin önde gelen sebeplerinden biri de bu husustur.
Mekke’deki bu yüksek frekanslı dalgalar, genel istidat ve kabiliyet ile programlanmış insanlarda, konuya karşı bir direnç oluşturmuş, bu yüzden de O’nun getirdiklerini inkâr etmişlerdir...
Medine’de ise Kâbe’dekine göre bir hayli düşük frekanslı dalgalar yani “Cemâl nûrları” mevcut olduğu için; orada insanlar genellikle “cemâlî” bir yaşam geçirirler, “lâtif” ilişkiler içinde olurlar… Medine’deki faaliyet sonucu müminlerin sayısı on sene sonunda yüz binlere ulaşmıştır!
Medine ziyaretinin, Mekke’den sonraya bırakılması, kişilerin dönecekleri ortama uyum sağlamaları açısından da bir kolaylık sağlar!
Mekke’den döndükten sonra 20 gün ila bir ay arasında bulunulan yere uyum sağlanabilmesinin sebebi de gene bu yüksek radyasyonun beyinde tesirinin azalmasıyla söz konusu olur.
Gene Kâbe-i şerîf altındaki bu radyasyonun beyinlere yüklediği güç dolayısı ile, tavaf sırasında, kabiliyetli beyin sahiplerinde çeşitli olağanüstü yaşamlar gerçekleşmektedir.
Peki Kâbe böylesine muazzam enerji merkezi, ya da bir diğer ifade ile “nûr kaynağı”dır da; Hac niçin Arafat’ta olmaktadır?.. Hac niçin Arafat’tır?.. Arafat’taki olay nedir?..
Kâbe-i Muazzama’nın altında bulunan son derece güçlü müspet radyasyon kanalının bir uzantısı da Arafat tepesinin altında ikinci bir düğüm meydana getirmektedir, demiştik az evvel.
İşte Arafat tepesi ve civarında toplanan yüz binlerle, milyonlarca insan, yerden aldıkları son derece güçlü radyasyon ile beyinlerinden tek bir mânâda yayın yapmaktadırlar.
“Vakfe” denen olay, insanların bu tek mânâ üzere toplu “yönlendirilmiş dalga” yayınına yönelişleridir.
“ALLÂHIM BİZİ AFFET!..”
Yüz binlerle, milyonlarca insan beyni; sanki laser ışını gibi, tek bir anlamdaki dalga boyundan yayın yapmakta; ve bu dalga boyundan oluşan dev bir manyetik bulut tüm Arafat bölgesini kaplamaktadır!
Şimdi hemen hatırlamaya çalışın…
Üzerine herhangi bir görüntü çekilmiş video bandını, çalışırken video cihazının üzerinde unutursanız ne olur?.. Video cihazının yaydığı manyetik alan, bandın üzerindeki kaydı siler! İsterseniz siz buna, görünmeyen eller bandı siler de diyebilirsiniz!
Evet… İşte misal yollu anlatmaya çalıştığım gibi…
Siz orada “ALLÂHIM GEÇMİŞ GÜNAHLARIMDAN DOLAYI BENİ AFFET” dediğiniz anda hem bu tür bir dalga oluşturmuşsunuzdur; hem de beyninizi bu mânâdaki dalgalara açmışsınızdır! Ve açılan bu kanaldan, o güçlü manyetik alan bir anda beyninizi etkiler ve o an’a kadar ruhunuza negatif yükle beyniniz tarafından kaydedilmiş tüm yazımlar siliniverir!
Ve siz anadan doğmuşcasına günahsız olarak o an’a kadar ruhunuza yüklenmiş olan tüm negatif yüklerden arınmış olarak Arafat’tan dönersiniz.
Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi vesellem buyuruyor ki;
“Arafat’tan dönüp de, acaba benim günahlarım affoldu mu, diyen kişi en büyük günahkârdır!”
Çünkü olay böylesine kesin bir olaydır!
Allâh, günahlarından arındırmayı murat ettiği kuluna nasip eder oraya gitmeyi; ve orada da böyle bir sistem içinde arınmayı bahşeder!
* * *
Evet, Hac olayında birinci önemli husus tüm geçmiş günahlarından arınma… Peki, bu kadar mı HACda olup bitenler?..
“HACCI MEBRUR’UN KARŞILIĞI ANCAK CENNETTİR.”
Günahlarınız affoldu! Tüm negatif yükünüz sıfırlandı! Ama yeniden kazanmanız çok kolay!.. Hem de eskisinden bile daha fazlasını!..
Ve yaptığınız bazı fiiller üzere dünyanızı değişmek suretiyle, ebedî olarak cehennemde kalanlardan bile olabilmeniz, “hacca gitmenize” rağmen mümkün.
Ama birinci yön olan “affolma işlemi” ile birlikte bir de “ikinci yönü” gerçekleştirebilmiş iseniz... “HACCI MEBRUR”a ulaşmış iseniz… Yani orada yapmış olduğunuz çalışmalar ile; beyninizde, orada elde edilen yüksek değerdeki enerji potansiyeli ile, bazı yeni bölümler devreye girmiş ise... Bu takdirde, sizde öyle bir idrak açılması oluşur ki... Siz artık yaşam doğrultunuzu, rotanızı tamamıyla bildirilmiş bulunan ölüm ötesi değerler ve gerçekler istikametine düzeltirsiniz!
Böylece artık sizde, dünyevî değerlere tamah etmek yüzünden, ölüm ötesi yaşam değerlerini terk etmek hâli oluşmaz! Tamamıyla “uhrevî” yani ölüm ötesi gerçeklerin gerektirdiği bir biçimde hayat sürmeye başlarsınız… Hırs, tamah, haset, kin, dedikodu, aldatma, dünyevî menfaatler için insanları istismar etme gibi sayısız negatif yük getirici, sizi günaha sokucu hâllerden kaçınırsınız.
Ve... “HACCI MEBRUR” karşılığı olarak cennet ile mükâfatlanırsınız! Bu arada çokça sorulan bir sorunun cevabını da verelim.
Hacca gidip geldikten sonra birçok insanın çok olumlu çalışmalar içinde olmasına karşılık, önemsenmeyecek bir çoğunlukta da maalesef yanlış davranışlar; hatta gitmeden öncekinden çok daha beter fiiller görülebiliyor! Bunun sebebi nedir?..
Az önce de değindiğimiz gibi, Kâbe’nin altında bulunan yüksek güçteki pozitif radyasyon, beyinlerde çok yüksek ölçüde bir çalışma temposu meydana getirmektedir.
Kişi, hac sırasında tüm negatif yüklerinden tümüyle arınmasına karşılık, beynin genel açılım düzeyi istikametinde ise neredeyse bire yüz bin oranında güç yüklenimi alır. Bu alınan güç ise beyni, genel açılımı istikametinde çok daha güçlü bir çalışma ortamına iter.
İşte, işin püf noktası buraya dayanmaktadır. Kişinin beyni şayet, tamamıyla dünyevî değerler, bedenî istekler yönünde güçlü bir açılımla programlanmışsa, orada almış olduğu güçlü tesirler de bu istekleri büsbütün arttıracak ve neticede bu kişi hacdan geldikten sonra yapısının doğrultusunda çok daha cüretkârane davranışlarda bulunacaktır.
Bunun aksi ise “haccı mebrur”u oluşturacaktır.
Demek ki Hacda belli şartlara riayet eden her kişi bütün günahlarından arınmış, sıfırlanmış olarak dönüyor.
Bazı kişiler de ayrıca “HACCI MEBRUR”a yani ana gayesine ulaşmış olarak geri dönüyor. Ki bu gaye de, az yukarıda açıkladığımız bir biçimde; beyni ölüm ötesi yaşamın gerçeklerini idrak edecek şekilde, yüksek enerji potansiyeli ile açılıma kavuşturmak... Böylece Allâh haccını kabul etmiş oluyor...
Unutmayalım ki Cenâb-ı Hak her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Her şey bir sistem içinde, kendine has sistem, kanun, nizam içinde oluşmaktadır.
Esasen varlık çarkı öylesine bir sisteme bağlanmıştır ki, bu yüzden akıllar bir noktada büyük şaşkınlığa düşmede ve “kâinat mükemmel bir cihaz gibi çalışmaktadır, idare edeni yoktur” gibi yanlış fikirlere saplanmaktadır.
İnsan bedeninden kozmosa kadar her şey kendi sistemiyle ana sistem içindedir.
İşte Din, tamamıyla bu fizik, tabiat ya da “ilâhî kanunlar” diye bildiğimiz kanunlara dayanan sistemdir.
Ne yaparsan mutlaka karşılığını alacaksın!
Dilediğini yap neticesine katlanacaksın…
“CEZA” kelimesi Arapça’da, Türkçe’de anladığımız mânâya gelmez. Kur’ân-ı Kerîm’de “karşılık” anlamına gelen bu kelime “iyiliğin cezası, iyiliktir” tarzında kullanılmaktadır.
Yani “yapılan fiilin sonucu” anlamına gelir.
Dinî kurallar ve teklifler; tamamıyla bilimsel gerçekler ve yaşamın esası üzerine bina edilmiş, yapılması insanın geleceği yönünden gerekli fiiller bütünüdür. Asla havadan gelmiş rastgele hükümler bütünü değildir! Bu sebeple de hangi çalışmayı ihmâl ederseniz, bu ihmâlinizin karşılığını mutlaka ve kesinlikle ödersiniz.
İş böyle olunca...
Ölüm ötesi yaşamda, dünyaya bağlı kalmanıza yol açacak ruhunuza yüklenmiş günahlar yani negatif yükler ile yaşayıp, bunlardan arınmamak ve de ebedî hayatınızı azaplı bir zindanda geçirmek akıl kârı mıdır?..
Ne zaman bu bedeni terk edeceğiniz belli değil iken… Ve de “HAC” görevini yerine getirip, geçmiş tüm negatif yüklerinizden yani günahlarınızdan kurtulmak imkânı mevcutken…
Allâh insana böylesine büyük bir kolaylık yolu açmış iken...
Rasûlullâh (aleyhisselâm) size;
“Böyle bir imkâna sahip olduğun hâlde değerlendirmezsen, ister Yahudi gibi ister Hristiyan gibi ölürsün!”
Diyerek uyandırıp, gerçeğin gereğini tatbik ettirmek isterken...
Kişi gene de kendi bildiğinde ısrar edip, bu imkândan istifâde etmek istemezse ne denir?..
Dilediğin gibi yaşa, neticesi gelir başa!
Unutmayalım ki sahip olduğumuz her şeyi bırakıp, tek başımıza gideceğimiz bir ebedî yaşam söz konusu! Orada değerli olan tek şey de, oranın şartlarına göre şu dünya hayatında hazırlanmak!
Bizim birtakım gerçekleri idrak ettikten sonra, onların gereğini yapmamanın kendimize vereceği zararı, hiç kimse veremez!
Rasûlullâh (aleyhisselâm), ölüm ötesi yaşamda bizim zarar görmememiz için ne kadar alınması gerekli tedbir varsa hepsini anlatmıştır. Ama biz anlamaya çalışmazsak, bu ikazlara kulak vermezsek zararını kim çeker?
DİNDE ZORLAMA YOKTUR!.. Kişilere gerçekler anlatılır, idrak ettirilmeye gayret edilir. Artık ondan sonrası kişiye kalmıştır.
Diler kabul eder tatbik eder. Dilerse etmez!.. Ama neticede, her hâlükârda yaptıklarının neticesine kendisi katlanır!
Bunun benzeri daha nice sorunun cevabını tafsilâtlı bir şekilde “İSLÂM” isimli kitabımızda elden geldiğince verdiğim için, burada tekrar aynı konuya girmiyorum. Arzu edenler orada ilgili bölümde bulabilirler...
Ancak kesin olarak şunu vurgulayayım ki…
Hiçbir hayır ve ibadet, haccın insana getirisini kazandıramaz! Kim aksini söylüyorsa, o henüz haccın ne olduğunu, değerini idrak etmemiş, hatta fark etmemiştir...
“HACCA gidecek kadar imkânı olan, buna rağmen gitmez de o sene içinde ölürse, ister Yahudi olarak ölsün ister Hristiyan!” anlamındaki Rasûlullâh uyarısı, konunun bütün önemini vurgulamaktadır!
“Hacca gidip de elin Arab’ına para mı kazandıracağım; onun yerine burada bir hayır yaparım” tarzından yaklaşımlar; son derece düşüncesiz ve bilgisiz yaklaşımlardır... Çünkü bu kişilerin haccın ne olduğu hakkında hiçbir bilgisi yoktur!
“Kızımı evereyim; torunumu sünnet ettireyim; yaşlanıp ticaretten el-etek çekeyim” tarzındaki yaklaşımlar kadar saçması olamaz!
HAC esasen ilk fırsatta ve olabildiğince gençken yapılmasında fayda ve hatta zaruret olan bir çalışmadır... Nasibinde varsa oradan aldıkların bir ömür boyu sana fayda sağlar!
Gidenlerin görmüş olduğu gibi, Dünya’nın her yerinden gidenler yarı yarıya gençlerken; sadece Türkiye’den gidenler, neredeyse ayağını zor sürüyenlerdir... Endonezya’dan gelenler arasında evlenmeden önce eş olarak hac vazifesini ifa etmek için gelenlerin haddi hesabı yoktur!
Kaynak : İslam'ın Temel Esasları - Ahmed Hulusi