Message
Niyâzi Mısrî’nin şu satırları ile devam edelim...
“Allâh bana açıkça gösterdi ki; kendisinden başkasının ne zâhirde, ne bâtında varlığı yoktur. Yalnız var sanılır! Bana bildirdi ki, ârifin sırrında, vücuddan fakr tamam olmayınca, perdesiz doğrudan doğruya Hakk’ın vechine bakması mümkün olmaz... Nitekim yüce Allâh buyurmuştur;
‘O gün bazı yüzler sevinçli, Rabbine nâzırdır.’
Varlığı atmazsa, Allâh’ın göklere ve yere arz ettiği, onların kabulden imtina ettiği, sadece insanın yüklendiği “Vücud” emanetini ödememiş olur! Ve bu suretle büsbütün hıyanetten kurtulamaz! Allâhû Teâlâ;
‘Allâh hainleri sevmez!’ âyeti ile ifade ettiği üzere onu sevmez...
O’nun gözünden perde nasıl kalksın ve nasıl Allâh’ı görsün ki; O, Hakk’ın olan vücudu kendine mâl etmektedir! Oysa “fakr”ın tanımı, Allâh’tan başka her şeyden varlığı almaktır. Varlıklara ait vücud kalkınca, Hak görünür ve hiç kaybolmaz!.. Dersen ki vücud, görünürde ve gerçekte Allâhû Teâlâ’nın ise, o hâlde ârif kim?.. O’na bakan kim? O’nu gören kim?.. Derim ki, vücud birdir, amma mertebeleri çoktur! Bir mertebede muhiblikle, bir mertebede de mahbûblukla görünür; bir mertebede gül olur, diğerinde bülbül...”
“Fütûhat-ı Mekkiye”nin başında Muhyiddini Arabî’nin şöyle bir şiiri vardır;
Rab Hak’tır, kul Hak’tır;
Ah bileydim, kimdir mükellef?
Kuldur dersem, o ölüdür!..
Rab’dır dersem; o hâlde,
“Rab” nasıl olur mükellef?
Kul “Hak”tır, Rab “Hak”tır!.. “Kul” adıyla kastedilen ve “Rab” adıyla kastedilen varlık aynı varlıktır!.. Öyle ise, bu “mükellefiyet” denen şey nereden ve nasıl çıkıyor?..
“Hak” ismi ile kastettiğimiz varlık, her zerrede, her “zerre” adı altında tümüyle; yani, Zâtıyla, sıfatı dediğimiz benliği Hüviyeti ile; ve bu benliği, hüviyetine ait sayısız mânâlar ve bu mânâların bir kısmının isimleri olan Esmâ ül Hüsnâ ile; ve bu mânâların ortaya çıkışı demek olan, Efâl mertebesi hâli ile mevcuttur... Kısacası, her “zerre” Hakk’ın varlığı dışında hiçbir şeye sahip değildir!..
Bu böyle olunca tahta, taş, hayvan, nebat, gaz, Dünya, yıldız, galaksi, kara delik veya boşluk gibi hangi isimle neyi kastedersek edelim, bu isimlerin müsemması olan varlık ancak ve ancak “Hakk”ın varlığıdır!.. İsimlerin müsemmasında, Hakk’tan gayrına ait hiçbir varlık kesinlikle mevcut değildir.
Bunu böylece anladıktan sonra, yani varlığın tamamıyla ilâhî isimler diye kastettiğimiz mânâların çeşitli terkiplerden başka bir şey olmadığını anladıktan sonra, yapılacak iş nedir?
Eğer bunu anladıysak, bundan sonraki ilk aşamada, kendimize ait olarak zannettiğimiz varlığımızın, var olmadığını idrak etmek gerekir.
Yani, Hilmi ismi ile kastedilen müsemma, Allâh’ın çeşitli vasıflarının terkip hükmü ile zuhurundan başka bir şey olmadığına göre; artık burada “Hilmi” diye Allâh’tan gayrı bir varlığın varlığı söz konusu olamaz... Hilmi ismi ile işaret edilen varlık bir ilâhî mânâlar terkibi olduğuna göre, bu ilâhî mânâların da, o ilâhın varlığından ayrı bir yere ait olması söz konusu olamayacağından, benliğinin özünün, “Hakk”ın benliği olduğunu müşahede durumuna girersin...
Herhangi bir mahalde herhangi bir sebeple Hak ismi geçtiğinde bu isimden muradın kendi aslın olduğunu hisseder ve yaşarsın... Bunu yaşamanın, müşahedenin neticesinde ise kendi hakikatini tespit etmeye çalışırsın.
Neydi Hakikatin?..
* * *
Senin varlığın, vasıfların ve özelliklerin değişik terkiplerle meydana gelen Hakk’ın isimlerinden ve mânâlarından başka bir şey değildi ya!.. İşte bundan sonra... Bu terkiplerin aslı olan mânâları gerçek boyutlarıyla tanıyıp, Hakk isminin mânâsına yakışır bir biçimde aşikâre çıkmalarını temin yoluna gidersin...
Hz. Rasûlullâh’ın 1400 sene evvelinden tarif ettiği biçimdeki mânâyı, kendi özünde aynen bulup, Hakk’ın şehâdetiyle şehâdet edersin ki; Allâh’tan gayrı, âlemde mevcut değildir. Ama âlemle de kayıtlamaksızın!..
Bir Âyet’el Kürsî’yi okuduğun zaman, Allâh’ı tarif eden; Allâh “Hayy”dır, diridir; “Kayyum”dur, kendi Zât’ıyla kendi varlığını var etmesine, O’nun varlığını desteklemesine ihtiyacı yoktur, gibi mânâları “özünde” bulur; fiil olarak ayakta durmakla oturmanın senin benliğini değiştirmeyeceği gibi, yaşamakla ölmenin veya daha değişik fiilerin senin senliğinde hiçbir değişiklik meydana getirmeyeceğini; ancak bütün fiillerin, bilinçli olarak büründüğün mânâlar dolayısıyla ya da fıtrî-tabii bir şekilde bilincin dışı meydana geldiğini fark edersin.
Bu müşahedeler, sonra daha da ileriye gider ve “Allâh dilediğine hidâyet eder, dilediğini dalâlette bırakır” hükmüyle aşikâr olan mânâları müşahede etmeye başlarsın... “Dilediğinin rızkını arttırır, dilediğinin rızkını kısar” hükmünün mânâsını yaşarsın.
Bütün bunlardan sonra Esmâ perdesi kalkarsa “Vitriyet”ini, “Ferdiyet”ini, “Vâhidiyet”ini müşahede edersin...
Çeşitli isimlerin mânâlarını ortaya koyarken de, artık hakikatinden perdelenmen diye bir şeyin söz konusu olmadığı ortaya çıkar. Senin, senden perden, Atasay “ismi” ve bu ismin karşılığında var olan “vehmî benlik” idi... Oysa sendeki bu “vehmî benlik” ve onu besleyen şartlanmalar kalktığı anda, basîret gözünde Atasay “ismi” de düşer...
Bu müşahedenin sonunda da emanet sahibine iade olunur!..
O emanet, sendeki ilâhî mânâların, Atasay “ismine” ödünç verilmesiydi(!)... Atasay isminin müsemması kabul edilen, vehimden oluşmuş varlık ortadan kalktığı anda, emanet sahibine döner; ve bütün isimleriyle tecelli eden Hak, âlem adı altında, kendi isimlerinin mânâlarını seyre başlar!.. Senden!..
Bu çeşitli fiiller, ilâhî isimlerin mânâlarının ortaya çıkışından başka bir şey değildir, dedik...
Esasen bütün fiiller, Hakk’ın isimlerine dayanmasına rağmen, senin, o isimlerin mânâlarını müşahede edememen ve bunlardan perdelenmen “gaflet” denilen hâli doğurmaktadır. Fiillerde ve âlemde perde diye bir şey söz konusu değildir!..
Kendindeki, şartlanmadan doğan ismini ve vehminde var olan “izafî varlığını” ortadan kaldırdığın zaman; Hakk’ın çeşitli isimlerinin mânâlarının, terkip hükmüyle zuhurundan başka bir şey kalmaz!..
Sen, mânen ölmüş olursun!.. Zaten sonradan yaratılmıştın!..
“Her şey fenaya uğrar, Bakıy Allâh’tır!” hükmünce anlaşıldığı bir biçimde, senin varlığının ortadan kalkması ancak “Ölmeden önce ölmen”le mümkündür!.. Ölmen de, “vehminde var olan” izafî kişiliğinin kalkarak, âlemde Hakk’ın isimlerinin mânâlarından başka bir şey olmadığını müşahede etmen ile olur!.. Kendini sadece fiil mertebesinde, var sandığı bir kişilikle bulan şirktedir. Kendini sadece isim mertebesinde bulan dahi şirktedir!.. Kendini sadece sıfat mertebesinde bulan dahi şirktedir, “şirki hafî” denilen cinsten... Kendini sadece zât mertebesinde bulan dahi aynı hükümde kalır!..
Burada hemen “şirki hafî” denen “gizli şirk”e işaret eden şu hadîs-î şerîfi hatırlayalım:
İbn-i Cerir (radıyallâhu anh) diyorki, Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) buyurdu;
- Yâ Ebu Bekr... Şirk sizde karıncanın ayak sesinden daha gizlidir!.. Bir adamın: “Allâh diledi de ben diledim” demesi şirktir!..
Bir de: “Falan kişi olmasaydı, falan adam beni öldürecekti!..” diye bir kimsenin konuşması Allâh’a şirk koşmasıdır...
Şirkin büyüğünü ve küçüğünü, Allâh’ın senden kendisiyle gidereceği bir duayı sana göstereyim mi?..
“Allâhümme inniy euzuBike en üşrike bike şey’en ve ene â’lemu ve estağfiruke limâ lâ âlem!..”
Yani varlığında Allâh’ı göremeyip, o fiili Allâh’a değil, olmayan benliğine bağlarsan bu gizli şirk olur. Zira ister fiil ister mânâ boyutu olsun varlık hep O’na aittir.
Âfakta yani dış dünyada milyarlarla yıldızların içinde kaybolduğu evrende, bir mekânı olmayan “Allâh”ı bulmak, ermek mümkün olmadığına göre O’nu nerede ve nasıl bulacaksın?..
İbn-i Ömer (radıyallâhu anh) naklediyor:
Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem)’e sordular:
- Allâh nerededir?.. Yerde veya gökte midir?..
Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:
- Mümin kullarının kalbindedir!.. (Gazâli - İhya)
Öyle ise Allâh’ı zâtında, özünde, gönlünde, şuurunda, ilimde bulup, O’nu bir mânâ ile kayıt altına almaktan kaçınacaksın...
Esasen Zât, Sıfat, Esmâ ve Efâl dediğimiz bu dört mertebe gerçekte tek bir boyut, tek bir mertebedir. Ve bu tek mertebede kendini bulan, dördüyle birlikte bulmuş olur... Bunlardan sadece herhangi birinde kendini bulma ve ötekilerini öteye atma, sendeki “ikilik” anlayışının ortadan kalkmamasındandır.
Diyelim ki ben sıfat mertebesinde kendimi buldum... Kendi tekliğimi yaşıyorum... Ama isimlerin mânâlarından geçtim, öyle bir şey yok(!)... Fiilleri görüyorsun, fiiller beni ilgilendirmez(!) diyorsun!.. Bu durumda sen hâlâ şirktesin ve hâlâ kendini tanıyamamışsın!.. Çünkü, fiil aynen isimdir, ismin mânâsı da aynen senin benliğinin mânâsıdır...
Dolayısıyla, kendini bu şekilde bir soyutlamaya gitmen, hâlâ bir “öte ilâh” mevhumundan kurtulamadığını ortaya koyar.
Kaynak : İnsan ve Sırları - Ahmed Hulusi