Message
İnsanı bu yönleriyle tanıdıktan sonra bedenin özellikleri ve insanın özellikleri diye ikiye ayırabileceğimiz özelliklerin devamına bakalım.
Dünya’da insan, tabiatının gerektirdiği bir biçimde mutlaka yiyecektir, içecektir, seks yapacaktır, uyuyacaktır. Normal sıhhatli bir beden için bunlar zaruri gereksinimlerdir... Bazı beyin rahatsızlıkları uyku olayını kısmen kaldırabilir, ama bu kişi çabuk yıpranır. Ayrıca bir de beyindeki uyku olayı dışarda normal bildiğimiz uyku şeklinde gözükmez, fakat o kişideki yine bir uyuma hâli söz konusudur. Başka türlü mümkün değil...
Seks mutlaka olacaktır. Bu kişi hiç evlenmesin, onda yine seks fiili vardır! O kişide, ama uykuda ama uykusuz, ama idrar arasında, mutlaka belli hormonların meydana getirdiği üretim olacak ve bu salgı dışarı atılacaktır.
İçmek, yemek zaruri olarak olacaktır... Çünkü bedenin hammaddesini oluşturan materyal bir yandan alınır, enerji işlenir, ham posası dışarı atılır. Ve beden bu şekilde ayakta durur. Tabii olarak bedende böyle bir olayın olması zaruridir. İşlev bittiği zaman, yani dışarıdan ham enerjiyi alıp işleyip, posayı dışarı atmak denen olay bittiği zaman, zaten bedenin yaşamı ve fonksiyonu biter!..
Yalnız burada, bu beden düzeyinde tabiatı ne şekilde kullanmak ve yönlendirmek gerekir?.. İşin birinci yönü, bu husus!.. İkinci yönü bu akıl, fikir, idrak, vehim, şekillendirme, hayal dediğimiz özellikleri ne yönde kullanmak lazım?
Genelde bu özellikler, şartlanma ve tabiat istikametinde vehim hükmü altında kullanılır!..
Normal olarak bütün insanlardaki bu özellikleri kullanım, “vehim” hükmü altında ve şartlanmalar istikametindedir. Çevre neyi “değerli” diye empoze etmişse, o değerli dediği şeyi elde etmek için çaba sarf eder ve bunu elde etmediği takdirde büyük zarar göreceğini düşünür insan!.. Vehmin birinci fonksiyonu, o kişiye kendisini “kişi” olarak kabul ettirmesidir!.. Kendini bir kişi, bir beden olarak kabul etmesi ve bu bedeninin ötesinde de başka bir varlığı olmadığını kabul etmesidir!
Psikiyatrik olarak, kişinin kendini beden kabul etmemesi bir “ruh hastalığı” olarak nitelendirilir!.. Yalnız bu konunun iyi bir incelemeye tâbi tutulması zaruridir!.. Kendini bir beden, bir insan olarak kabul etmeyip, bir tavuk, bir horoz kabul eden vardır! Bu bir hastalıktır! Yanlış algılama hastalığıdır! Ama bir kişi, eğer temelde maddenin varlığını ve oluşumunu biliyorsa, yani beden denilen varlığın hücrelerden yapıldığını, hücrelerin asitlerden meydana geldiğini, asitlerin atomlardan meydana geldiğini, atomların elektromanyetik dalgalardan meydana geldiğini...
Tabii atomların değişik parçalanma şekilleri var... Elektronlar, nötronlar, nötrünolar, pozitronlar, mezonlar gibi daha bölünmüş parçalar! Bugün henüz Dünya üzerinde atomları görebilecek kapasitede, büyüklükte bir mikroskop daha tam gerçekleştirilemedi. Yapılmasına çalışıyor! Baktığın zaman bu mikroskopla atomları görebileceksin... Böyle bir mikroskop şu anda gerçekleşiyor, ama bunun daha ötesine henüz geçilmedi!
Eğer ki yapılırsa, o zaman varlık zaten tümüyle manyetik dalgalar âlemi olarak müşahede edilecek!
Şimdi bu müşahede içinde, “kişinin”, bir noktada, “şuur” dediğimiz nesne olmasının ötesinde bir fonksiyonu, bir varlığı olmadığı görülecek...
Şuur nerede mevcut?.. Bu şuur, akseden bir şuur, yani mutlak Akl-ı Evvel’den beyne yansıyıp ruhta oluşan bir şuur! “Ruh”un olmasa, Ziya diye bir şey olmayacak ve Ziya’nın şuuru da var olmayacak!
Şimdi bu silsile içinde, bu ruh oluşmuş ve bu ruhta ya bilinçli olarak, şuur oluşu yolundaki bir bilinç neticesinde, bir varlığı, benliği oluşmuş; veyahut şartlanmalar istikametinde kendini falanca bir kişi olarak kabullenmiş! Ama neticede, ortada bir kişilik söz konusu!.. Yalnız birincisindeki kişilik, “şuursal” bir kişilik; ötekindeki kişilik, “bedensel” bir kişilik!.. Şuursal kişiliğin ortadan kalkması mümkün müdür?.. Veya bedensel kişiliğin ortadan kalkması mümkün müdür?
Birimsel kişilik, sonsuza dek ortadan kalkmaz! Çünkü beynin meydana getirdiği, özel bir ruhtur! Mahiyet itibarıyla, bu “ruh”, kudsî ruhun aynıdır!.. Fakat, hiçbir zaman bu ruhun kendi kendini seyri ve müşahedesi olmaz.
Şuur yönüyle ruhunu bilirsin, fakat “ruhun” ne olduğunu bilemezsin! Göremezsin!.. Ruh yönün, senin zâtına işaret eder... Akl-ı Evvel’in karşılığı olan sendeki akıl yani “şuur” dediğimiz mânâda akıl yönün, senin, benliğin hakikatini bilmene yol açar!..
Bu hakikatinde bütün mânâların toplu olduğunu idrak edebilirsin... Hakikati câmia; toplayıcı, bütün mânâları kendinde toplayıcı yönünle... Fakat bütün bununla birlikte sonsuza dek birimsel varlık ortadan kalkmaz... Birinci husus bu!..
Bunu böylece anlattıktan sonra gelelim ikinci bir noktaya... Beden ortadan kalktıktan sonraki ruhun için, nasıl ebediyen ortadan kaybolmak, yok olmak diye bir şey söz konusu değilse, yani ikinci bir ölüm yoksa; bedenin var olduğu sürece de, bedenin yokmuş gibi, bedenini kâle almayarak yaşamak mümkün değildir!.. Çünkü beden dediğin şeyin aslı, beyne dayanır! Bedendeki özellikleri yöneten beyindir!..
Bedendeki tüm özellikleri meydana getiren beyin olduğu gibi, kişiliğin aslı ve hakikati dediğin “ruh”unu da meydana getiren beyindir!.. Besleyen, büyüten beyindir!
“Biz insanı topraktan ve balçıktan yarattık” âyetlerini anlatırken, “balçık” kelimesiyle kastedilen şeyin “hücre” olduğunu söyledik... İnsanın hücrelerden meydana gelmiş olduğunu anlatma sadedinde, “balçık” kelimesi kullanılmıştır!.. Mecazî olarak!.. Yoksa toprağı suyla karıştırıp bulamaç hâle getirmek, balçık demek değildir...
Buradaki balçıktan kasıt, hücredir. Hücrelerin birleşmesiyle insan meydana gelmiştir; hücrelerin birleşmesiyle beyin meydana gelmiştir... Beyin de hücrelerden müteşekkildir...
On beş milyar hücre var!.. Şimdi bu bedeni yok sayamayacağımıza göre, beden var olduğu sürece “tabiat” hükümleri vardır demektir... Yani bedenin hücresel yapısının tabii dürtüleri!..
Öyle ise bu tabii dürtülerle yani “tabiat”la, bedenin tabiatıyla, terkibî yapıyı karıştırmayalım... Bu ikisi tamamıyla birbirinden ayrı ayrı şeyler...
Senin kendi aslını ve hakikatini anlayabilmen için, beden olduğun yolundaki şartlanmanın kalkması ve daha başka bazı fonksiyonların ortaya çıkması için; bedenin tabiatını kontrol altına almak, bedenin isteklerini yerine getirmemek, beden üzerinde hükmedebilmek gibi konularda bedenin tabiatına karşı mücadele vermek gerekir.
Terkibî tabiat dediğimiz olaysa, kişinin beyninde ışın tesirleriyle meydana gelen açılımlar neticesinde, o beyinde çeşitli mânâların toplanması, değişik nispetlerde, oranlarda bir araya gelmesi; ve böylece de kişinin terkibî Esmâ yapısının oluşmasıdır... Yani, belli ışın tesirleri, beyinde belli devreleri faaliyete geçirir...
Beyinde faaliyete geçen bu belli devrelerin neticesinde de belli isimlerin mânâları değişik ağırlıklarla, senin ana oluşumunu meydana getirir! Bu senin ana oluşumun, ilk oluş itibarıyla istidat adını alır! Bir diğer mânâ itibarıyla da senin ayânı sâbitendir. Günlük yaşantıda, sen, “aklıma şu geldi” diyorsun... “İçime şu geldi” diyorsun... “Şu anda bu duygum ağır bastı” diyorsun... Bu, isimlerin mânâlarının tabii olarak senden ortaya çıkışıdır.
Oysa senin, tabiatına hâkim olman, şartlanmalarının tümünden arınman gibi oluşlardan sonra, huy ve tabiatını kontrol altına alarak, kendi huy ve tabiatının ötesindeki mânâlara bürünmek suretiyle ortaya çıkma söz konusudur! Sen zaten daha evvelce de bu tür davranışlar içindeydin, bugün de bu tür davranışlar içindesin; sadece, bu tür davranışların ilâhî isimlerin mânâları olarak çıktığını anladın!.. Bu, seni tabiatına tâbi olmak hükmünden ve cehenneme gitmek hükmünden kurtarmaz!..
İşte, Abdülkerîm el Ciylî’nin “Eflâtun’u cehennemde gördüm, öyle bir mertebesi vardı ki birçok müminlerde ben o mertebeyi göremedim” demesi, bu hakikati görmesi ve müşahede etmesi yönündendir... Fakat Eflâtun’un terkibini ve tabiatını aşma yolunda bir çalışması olmaması, saadet devresinin açılmamış olması, onu neticede cennete götürmemiş, cehennemde bırakmıştır!..
Kaynak : İnsan ve Sırları - Ahmed Hulusi