Message
Esasen âlemde “TEK” bir “RUH” vardır ki, buna tasavvuf lisanı ile “RUH-U Â’ZÂM” denilir. Evrende var olan her şey bu “Ruh-u Â’zâm”ın varığından meydana gelmiştir.
“Ruh-u Â’zâm”, bugünkü ifade ile anlatmak gerekirse, varlığın özündeki kudret - ilim boyutudur. Bu diğer ifade ile Allâh’ın ilk tecellisidir!..
Gene Müslim isimli Hadis kitabında Ebu Hureyre (radıyallâhu anh)’ın naklettiği şu hadîs-î kudsî’de, Allâhû Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu naklediyor Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem):
“Âdemoğlu DEHR’e sövüyor. Şüphesiz ki DEHR BENİM!.. Gece ve gündüzü değiştiren benim.”
Bir başka defasında da şöyle buyuruyor:
“İnsanoğlu bana eziyet eder!.. Ey kahpe dehr (zaman), der. Kimse, ey kahpe DEHR, demesin. Şüphesiz ki BEN DEHR’im!.. Geceyi gündüze çevirenim.”
DEHR, “an” kelimesinin karşılığıdır. Ancak burada, “an”ı şartlanma yollu kabullendiğimiz izafî, yani nesneye göre “zaman” olarak anlamamak gerekir.
Bize göre, Dünya’nın kendi çevresindeki bir dönüşü bir günü, 365 dönüşü bir seneyi, 365x100 dönüşü de yüzyılı, asrı oluşturur. Bunlar insanın hükümlerine göre kabullenilmiş, “göresel-izafî zaman”dır.
Gerçekte ise ZAMAN, “tek”tir.
Ezel-Ebed tümüyle Allâh katında tek bir “an”, “DEHR” kelimesiyle ifade bulmuştur.
Göresel zaman, yani izafî zaman, bizim “vehim” yollu var kabullendiğimiz bir ölçüdür. Bu süreç ise, içinde yaşadığımız ortama, hıza, bir diğer ifade ile boyuta göre değişir.
Madde boyutundan yola çıkıp, salt şuur boyutuna doğru ilerledikçe izafî zaman birimi de sürekli olarak değişir ve kapsamı genişler.
Esasen DEHR kelimesiyle anlatılmak istenen boyut, tüm varlığın kendisinden oluştuğu bir tür evrensel enerjidir, (kudret sıfatıdır) eğer tâbiri câizse...
Normal günlük zaman birimiyle şartlanmış ve kayıtlanmış beyinlerin bu zaman birimini anlaması elbette ki imkânsızdır!..
İşte bu gerçek dolayısıyladır ki, Kur’ân-ı Kerîm’de ileriye dönük olarak gerçekleşeceği bildirilen pek çok olay olmuş-bitmiş şeyler olarak “geçmiş” zaman ifadesiyle anlatılmıştır.
Zira, ezel-ebed esasen “Tek” bir varlık olması itibarıyla, ilâhî bakış boyutunda; ya da eski ifade tarzı ile “İlmi ilâhî”de, tek bir bakıştır!..
Ehli hakikatin tasavvufta bildirmiş olduğu şu sır da buradan kaynaklanmaktadır:
“Esasen tecelli tek bir tecellidir!.. “Tecelli-i Vâhid”tir!.. İkinci bir tecelli olmamıştır!.. Görülen, yaşanan, hissedilen, idrak edilen, tahayyül ve tefekkür edilen her şey bu Tecelli-i Vâhid’in tafsilinden ibarettir!..”
İşte bu anlatılan husus tasavvufta “An-ı daim” tâbiri ile dile getirilmeye çalışılmıştır.
Aslında işin orijinine ulaşabilen “Zâtiyûn” için bu “An-ı daim” dahi bir “An-ı muhayyel” diye izaha çalışabileceğimiz, “İlmi Allâh”tan başka bir şey değildir.
Ve varlığın tümü, Allâh katında bir ilmî hükümden başka bir şey değildir!.. Yani, o boyut itibarıyla âlemin bir varlığı söz konusu değildir!..
Bu sebepledir ki, bu hakikate işaret etmek isteyen ehlullâh; “ÂLEMLER TÜMÜYLE HAYALDEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR!..” demişlerdir.
Bunu kavrayabilmek, tamamıyla bir “zevk” işidir. Yani sezgi yoluyla bu gerçeği algılayıp, bunu yaşayabilme işidir. Bu dahi ancak “İLMİ LEDÜNN” denilen ilâhî bir ilim türünün kişide izharı ile mümkündür.
Demek ki...
Gerçekliği itibarıyla, kâinat tek bir zaman boyutundan ibarettir!.. Algılayabilene!.. Bu zaman boyutu içinde, hükmü ilâhî ile sayısız boyut yoğunlaşmaları gerçekleşmiş algılayıcısına göre ve bundan da sayısız isimlerle anılan varlıklar meydana gelmiştir.
Bu noktada, çok büyük bir yanılgıyı da bu kitapta yazmış olmak için, şunu ifadeye çalışalım...
Âlemde mevcut varlıkların tümünün, ilmi ilâhîde mevcut bulunması hükmünün, yanlış anlaşılması dolayısıyla, şu yanlış kanaate varılmıştır:
“İlim malûma tâbidir!..”
Yani, bilinen tüm varlıklar, ezelde, ilmi ilâhîde mevcut olduğu için, Allâh onların neler yapabilme kabiliyet ve kapasitesinde olduğunu biliyordu; ve bu yüzden de onların kaderlerini, bu istidat ve kabiliyetlerine göre yazdı!..
Bu aslında, “Allâh yarattıklarına zulmetmiyor, bu onların ilmi ezelîde görülen durumlarına göre verilen bir hükümdür. Dolayısıyla da Allâh kimseyi zorla cehenneme atıp zulmetmiyor” diyebilmek için icat edilmiştir.
Bir hadîs-î şerîfte Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
“ALLÂH VAR İDİ. VE ONUNLA BERABER HİÇBİR ŞEY YOK İDİ!..”
Bu açıklaması Hz. Âli’ye ulaştığı zaman, O da bu ifadeye şu şekilde bir açıklık getirmiştir:
“‘AN’, O ‘AN’DIR!..” (El ân kemâ kân!)
Yani, içinde bulunduğumuz “An”, o anlatılan “An”dır. Bu konuyu daha tafsilâtlı olarak “KENDİNİ TANI” isimli kitabımızda izah ettik.
Evet... “An”, Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın bahsetmiş olduğu o “An”dır!.. Yani, tüm varlık O tek “An” içinde yerleşiktir!.. Tecelli, tek bir tecelliden ibarettir!..
Ve...
İlmi ilâhîde mevcut olan, sayısız isimlerle isimlendirilmiş bütün varlıklar ilim yolu ile, “kendini seyretme” gayesine matuf olarak “yoktan var edilmiş” yani “yaratılmış” varlıklardır!..
“HAYY” vasfıyla kastedilen mânâda hayat sıfatı sahibi varlık, “İlim” sıfatıyla kendinde seyretmek istediği mânâları o mânâlara uygun sûretler ile müşahedeyi “MÜRİYD” ismince irade etmiş; “Kudret” sıfatıyla onlara birimsel görüntüler ve izhar etmek istediği mânâlara uygun “akıl” hibe etmiş; kendi ilminden var etmesi dolayısıyla onlara ve onlardan her an bir bakış açısı oluşturmuş, böylece “SEMİ” ve “BASIYR” isimlerinin mânâları ortaya çıkmış; birimsellikleri daha önce “KELÂM” vasfından “kelime”ler şeklinde oluşmuş; ve nihayet “TEKVİN” vasfıyla da Efâl âleminde yaşam oluşmuştur.
Buna rağmen...
“ALLÂH” İsmiyle İşaret Edilen indînde...
“An”, tek bir andır. DEHR’dir!.. Her şey, bu boyut itibarıyla olup bitmiştir!.. Gerisi ise, suya atılan bir taşın etrafında oluşan küre halkalar gibi sayısız boyutlardaki oluşlardan başka bir şey değildir.
Bir boyutta yaşanmakta olan, bir önceki boyutta yaşanmış olaydan başka bir şey değildir!..
Beynin üst düzeylerdeki çalışma kapasitesine ulaşması sonucu, yapabildiği “şuur sıçramaları” ise, o birimin bir üst boyuttaki yaşama ve gerçeklere erişebilmesi anlamını doğurur.
Hakikat ehli olan “tahkik ehli” zevât, bu “şuur sıçramaları” ile bir üst boyutlara intikâl ederek; içinde bulunduğu boyutta oluşagelen şeylerin, nasıl, neden ve hangi gayeye dönük olarak gerçekleştiğini lütfu ilâhî yollu seyredebilir.
Evet gene dönelim “ruhlar”ın oluşmasına...
Tek “RUH”tan sayısız enerji yayılmış ve onlardan sayısız mânâları hâvî olan “melek”ler oluşmuştur. Çeşitli mânâlar ihtiva eden bu melekler çeşitli şekillerde ve boyutlarda yoğunlaşarak kâh bir tür bedenleri olan yıldızları oluşturmuşlar; kâh da ışın - beden düzeyinde “şuur” varlıklar olarak yaşamalarına devam etmişler ve etmededirler.
“Yıldız” şeklinde bedenlenmiş “şuur birikimleri” olan “melek”ler, kendi varoluş gayelerine uygun olarak, varlığa sayısız mânâlar-ışınlar yaymaktadırlar.
Nihayet en son olarak, bu sayısız mânâları değerlendirebilecek bir beyin kapasitesi ile insan yaratılmıştır.
İnsan daha ilk yaratılışı anında, yani 120. günde bu beyin “melek”ler tarafından ya da diğer bir ifade ile “burçlar” diye kastedilen sayısız aynı gruptaki “meleklerin” oluşturduğu “yıldızlar” tarafından yayılan bir tür ışınlar ile çeşitli hususlarda programlanmalara tâbi olurlar.
Kimde hangi mânâları izhar etmeyi dilemiş ise, ona uygun olarak “melek”ler tarafından programlanır. Bu programlanış;
“O ki seni yarattı (izhar etti), seni tesviye etti (beynini, bilincini ve ruhunu oluşturacak şekilde meydana getirdi), seni tam dengeli yaptı!Hangi sûrette olmanı diledi ise öylece terkibini - bileşimini oluşturdu!” (82.İnfitâr: 7-8)
Âyetinde anlatılır...
İşte birimsel “ruh”lar, ölüm ötesinde ebedî yaşama devam edecek olan “kişilik ruhları”, böylece bu beyinler tarafından bu Dünya’da ilmi ilâhî iktizasınca oluşturulurlar.
Benzer burçların ışınlarıyla programlanmış olan beyinler ve bu beyinlerin oluşturduğu ruhlar birbirlerini çeker, anlaşırlar. Birbirlerini daha önce hiç tanımasalar bile, daha ilk görüştükleri anda aralarında bu çekicilik oluşur. Ya da benzemeyen türden açılımlarla oluşan ruhlar oldukları için, birbirlerini bir türlü çekemeyip, iterler.
Kaynak : İnsan ve Sırları - Ahmed Hulusi