Message
Mahşerin üç atlısı!
“Sırat”ı bu üç ayakla geçmeye çalışıyoruz; yanı sıra bazı yardımcı kuvvelerle...
İlim, İrade ve kudret!
“Aliym”, “Müriyd” ve “Kaadir”!..
Beynimizden açığa çıkan her şey, bu üçlünün sırasıyla özelliklerini kullanmasıyla açığa çıkıyor!
İlim ismiyle anlatılmış olan, beynin veritabanı...
İrade diye vasıflandırılmış olan, kişideki uygulama yeteneği, azmi...
Ve o irade edileni kuvveden fiile dönüştürecek olan enerji, Kudret!..
Yaşamımızın her anında bu üçlünün çalışması söz konusu...
Esasen, her birimizin varlığında mevcut olan bu üçlü, evrendeki tüm canlı birimlerde de aynı şekilde işlev görmekte!
Çünkü, evrendeki her şeyin ve hepimizin var edeni, “ALLÂH ismiyle işaret edilen”, “ALİYM” isminin işaret ettiği “ilmi” ile, kendindeki sayısız özellikleri bilen; aynı zamanda “MÜRİYD” olduğu için, kendisindeki bu sınırsız özellikleri seyretmeyi “irade” eden ve “KAADİR” isminin işaret ettiği biçimde “kudretiyle” bu kendisindeki mânâları seyredendir...
Dünya’mızda, bu özelliklerin birimsel sûretlerde zâhire çıkışında da bu sistem ve düzen hâkimdir...
Her birimin beyninde, veya daha doğrusu birimsel hafızasında, o an’a kadar ki tüm girdilerin senteziyle oluşmuş, bir nihai bilinci vardır. İnsanda da, görünmez canlılarda da, hayvanlarda da hep bu böyledir! Bu, onlardaki “İLİM” açığa çıkışıdır.
Bu birimsel veritabanının, doğal olarak, kendindekini açığa çıkarma olgusu vardır ki, veritabanı işlevi sonucudur bu da! Buna “İRADE etme, isteme” denir... Bu da otomatik oluşur beyinde; kısaca “aklımıza gelen” deriz fark ettiğimiz kadarına.
Nihayet irade etme, isteme kuvvetine göre, gerekli bir ölçüyü aşması hâlinde o fikrin kuvveden fiile dönüşü başlar... Ki bu da “KUDRET” denilen enerji potansiyeliyle ve ölçüsü kadarıyla oluşur.
Bu üçlü sistem olarak anlattığım ilim – irade – kudret cereyanı beyinde aynı anda oluşur ve her an tekrar eder...
“...HÛ (O) her AN yeni iştedir!” (55.Rahmân: 29)
“O”, uzaydaki değil, hakikatindekidir!.. Ve dahi, evrensel yapının küllü, yani “Tümel Tek”tir!
İlim – irade – kudret ilişkisinin milyarlarca işlemi vardır her an beyinde; bunlardan yalnızca birkaçı bilincimizde açığa çıkandır.
Aslında, “aklına gelen” açığa çıkmış demektir; dile veya ele getirmesen de ve bu geri dönüşle beyinde veritabanını yeniden etkileyerek başka bir gelişmeyi doğurur!
Kesindir; değişmezdir bu sistem.
Bu yüzden Bakara Sûresi 284’te:
“...Bilinçlerinizde (düşündüğünüz) ne varsa, açıklasanız da gizleseniz de Allâh varlığınızdaki Hasiyb ismi özelliğiyle size onun sonuçlarını yaşatır...” denmektedir.
Bu mekanizmada hiçbir mazeret geçerli değildir!
O açığa çıkan, ya sizin geçmişte veritabanınıza eklediğiniz; ya da size genetik yolla intikâl etmiş verilerdendir! Her hâlükârda sizdekinin sonuçlarıdır!
“Dedesi erik çalmış torunun dişi kamaşmış” atasözü, bu realiteyi vurgulamaya çalışır.
Küll itibarıyla sınırsız olan İLİM – İRADE – KUDRET, işte böylece her zerrede, onun açığa çıkma sınırları, kapasitesi, fıtratı ölçüleriyle (kaderiyle) gerçekleşir.
DUA veya BEDDUA da işte bu sistemle beyinden açığa çıkar... Veritabanı verileri sınırları içinde!
Her birim kendindekini yaşar!
Her birimin yaşadığı bir diğerinden farklıdır.
Gene her birim, kendindeki kadarıyla, karşısındakini değerlendirir; gerçeğiyle karşısındakini algılamak konusunda, kendi kapasitesiyle sınırlıdır!
“Birisine beddua etmeyin, o hak etmediyse döner sizi vurur!” anlamındaki Rasûlullâh uyarısı işte bu gerçeğe dayanır.
Size göre yanlış bulduğunuz olaydan dolayı, yönlendirdiğiniz kahredici kuvve, eğer o kişi masumsa veya o elinde olmadan öyle bir duruma düşmüş ise, kısaca hak etmemişse, ona ulaşamaz ve koruyucu kalkanından size döner ve aynı şiddetle sizi vurur!
Sizin veritabanınızla sınırlı yargılarınıza GÖRE “doğru” veya GÖRE “haklı” bulduğunuz şey, acaba sistem açısından da aynı mıdır?..
Karşılaştığım olaylarda benim bakış açım, “acaba ben nerede yanlış yaptım da bu başıma geldi” şeklindedir; karşımdakini suçlamak yerine!
Zira âyet: “Size ne belâ isâbet etmişse, elleriniz ile yaptıklarınızın sonucudur!..” (42.Şûrâ: 30) gerçeğini vurgular! Ellerinle yaptığından kasıt, oluşmuş “beynin veritabanı”dır.
Evet, hak eden hak ettiğini bulur!.. Hak etmemişse de bu defa eden bulur!
Neyse, misalle konuyu fazla yaymadan devam edelim işin önemli yanına...
Dua, yani yöneliş veya namaz (ki o da bir yönelimdir öze), ya dışarıdaki bir tanrıdan istektir, ki bu durumda dışarıda yönelinilen bir tanrı olması gerekir...
Ya da, birimin kendindeki, varlığına bahşedilmiş kuvveleri kullanarak, veritabanındaki bilgiler istikametinde, dileklerini gerçekleştirme işlevidir.
Yani kısaca, kişi dua ederken kendindeki, varlığını oluşturan ALLÂH sıfatlarının özelliklerini (ilmindekini) açığa çıkarma olayını (irade ederek) gerçekleştirmektedir (kudreti ölçüsünde).
“Bildiğimiz mânâda ilim” sahibi de olsa bu böyledir; körkütük cahil de olsa böyledir!
“...İste’ıynû Bi-llâhi...”
“...Allâh’tan (Ulûhiyeti dolayısıyla hakikatinizden; benliğinizi oluşturan El Esmâ’sındaki kuvveden) yardım isteyin...” (7.A’raf: 128)
Zira birimin yapısında çalışan bir mekanizmadır bu; ilim – irade – kudret dizilimi doğrultusunda!
Dışarıdaki tanrılara dua edip onlardan bir şey istemek cahillik ve gaflettir. Çünkü ulaşacağın şey de gene senden-sendekinden meydana gelecektir; sendeki özelliklerle! İsmi “ALLÂH” olanın, varlığında açığa çıkan vasıfları sonucu olarak!
Kaynak : İnsan ve Din - Ahmed Hulusi