Message
“Soruyu ben sorayım dedim sana... Mars’a, Jüpiter’e, Satürn’e, Uranüs’e araç göndermediniz mi siz?..”
“Evet, Satürn’ü geçti, Uranüs’e doğru yoluna devam ediyor...”
“Peki, yolunu nasıl buluyor bu araç?..”
“Gönderilmeden evvel planlanan biçimde programlanmış!.. O programlanma ile yoluna devam ediyor...”
“Aynı zamanda çeşitli görüntüler tespit edip, bunları arada hiçbir ip olmadan buraya yolluyor mu?..”
“Evet, çektiği resimleri buraya da gönderiyor! Milyonlarca kilometre öteden hem de...”
“Peki içinde sizin gibi akıllı(!) insanlar var mı o aracın..?”
“Yok elbette!”
“Görüyor mu o araç?”
“Görüyor!..”
“Gördüklerini size anlatıyor mu?”
“Hem de aynen!!!”
“Sizin dediklerinizi de anlıyor mu?”
“Evet!..”
“Yürüyor mu boşlukta?”
“Hem de bizden çok hızlı bir biçimde!”
“Peki, onu dışardan gören ilkel akıllı bir varlık, onun bu yaptıklarına vâkıf olsa; bu canlı, hareketli, gören, duyan ve enerji tüketen, algıladıklarını başkalarına da aktarabilen canlı, müstakil bir varlıktır, hükmünü veremez mi?..”
“Verebilir elbette!..”
“Peki öyle midir?”
“Hem evet, hem hayır!”
“Yani?..”
“Kendi başına birtakım şeyler yapabilmektedir, ki bu yönüyle evet!.. Ama, yapabildiklerinin hepsi de evvelden programlandığı işler olması itibarıyla, hayır!..”
“Gelelim insana istersen bir süre için!.. Ama, öncelikle, dışı tamamıyla insan şeklinde düzenlenmiş ve kafasına çok güçlü bir elektronik beyin konmuş bir android düşünelim... Adına da, sembolik olarak insan adını vermiş olalım. Beyni öyle bir biçimde programlanmış olsun ki, dışardan gelecek tüm etkilere, gereken tepkiyi gösterebilsin. Böyle bir şey mümkün mü?”
“Henüz yapılamadı ama, teori olarak evet!..”
“Peki bu robotun çalışma biçimini herkes anlayabilir mi?..”
“Hayır!.. Ancak elektronik hakkında derin bilgisi olanlar, çalışma sistemini bir ölçüde anlayabilirler...”
“Ya programlanmış varlıkları dışardan görenler?.. Yani androidleri...”
“Programlandığı biçimde, kendi başına hareket ettiği için, herkes, bağımsız olarak hareket eden bir varlık olarak onu kabul edebilir…”
“Ayrıca çok uzakta bir yerde, bir ekrandan onu seyredip; gereken anda ona ihtiyacı olan davranışları yapabilecek şekilde mesajları gönderebilecek bir merkez de olsa, ve yolladığı mesajlarla, onu belli işlere yöneltebilse, artık şüphesi olur mu çevresindekilerin, onun hür bir varlık olmasından..?”
“Sanmıyorum! Yani, şimdi sen, insanların birer android gibi mi olduklarını söylemek istiyorsun?..”
“Bazı sorular sormak istiyorum sana...”
“Evet..?”
“İnsanlık dediğiniz yapı, beynin sırrını çözebilmiş midir? Beyin nasıl çalışmaktadır?.. Neyi alarak, faaliyet göstermektedir? Faaliyeti nasıl olmaktadır? Etkilere nasıl cevap vermektedir? Karakter, mizaç denilen şeyler nasıl meydana gelmektedir?..
İçgüdü, önsezi yani hissikablelvuku nedir, nasıl oluşmaktadır..?
Aklına aniden bir fikir gelmektedir, bu fikir nereden ve nasıl gelmektedir veya nasıl oluşmaktadır?”
“Gerçeği istersen bu konuda hiçbir bilgisi yok insanlığın!.. Sistemli ve bütünüyle izah edilebilir bir biçimde demek istiyorum...”
“Peki bir başka soru... Dışarıdan karşısındaki kimseye bakan bir kişi... Ona al, şu tatlıyı ye, diyor. Ve o kişi söz dinlemeyerek, yemiyor… Bu defa talimat veren kişi, bak ben sana ye dedim, yemiyorsun, sen aptalsın!.. Diyebilir mi?.. Başka bir misal ile daha açalım meseleyi...
Hücrede hapis bir adam... Dışarıdaki, kapıyı açıyor ve ‘çık’ diyor, ama içerdeki çıkmıyor!.. Çıkmayan, dışarıdakine göre kendi isteğiyle içerde kalıp, dışarı çıkmadığı için, zindanda kalmayı hak etmiştir değil mi..?”
“Evet..?”
“Ama dışarıda, uzaklarda öyle biri var ki, yolladığı manyetik güçle, o kişiyi dışarı çıkmamaya mecbur kılıyor!.. Dışarıda ona çık diyenin ise bundan haberi yok!.. Başka birisi ise, duruma vâkıf! Şimdi, çık dediği hâlde, karşısındakinin çıkmadığını gören; bu adam hür olduğu hâlde dışarı çıkmıyor, öyle ise içerde kalıp cezasını çeksin, der!..
Hâlbuki, bir diğeri ise, onun kendisine yollanan mesajlar neticesinde orada kalıp, dışarı çıkamadığını müşahede eder ve bu yüzden de onun hür iradesiyle oradan çıkmazlık yapmadığını, ancak orada kalması istendiği için orada bulunduğunu bilir ve katiyen suçlamaz onu!..
Aynı adam, iki ayrı açıdan bakana göre, hem hürdür, hem de mecbur! Dolayısıyla, bilmeyen, suçlar ve hesap sorar; bilen ise, olanı yerinde görür!”
“Yani şimdi sen, insanlar android gibidir mi demek istiyorsun?..”
“Birbirlerine göre, insanlar hürdür!.. Ama, acaba insanlar, gerçekten hür müdür?..”
“Peki ben de şöyle sorayım... İnsanlar, ‘mesûl’ müdür?..”
“‘Mesûl’ kelimesiyle senin anladığın nedir?”
“Yaptıklarından soru sorulacak mıdır?..”
“Burada açıklığa kavuşturulması gereken birkaç husus vardır... Soru sorulmasından gaye nedir?.. Yani, insana soruyu soracak olan, o insanın yaptığı şeyi niye yaptığını bilmeyen biri midir, ki soru sorup öğrenecektir; niye yaptın bunu diyerek!.. Yani soru, öğrenme gayesiyle mi sorulacaktır?”
“Eğer, insanı yoktan vareden bir gücü kabul ediyorsak, onun her şeyi bildiğini de kabul etmemiz gerekir. Zira bir şeyi meydana getiren, meydana getirdiği şeyin yapısını ve yapacağını de bilir elbet!”
“Öyle ise öğrenme gayesiyle sorulacak bir soru söz konusu değil demektir!..”
“Evet!..”
“Bu takdirde soru sorulacaktır mânâsına gelen mesûliyetin, yaptığının nedenini açıklatacaktır, anlamı taşımadığı ortadadır. O takdirde “soru sorulmadan” gaye nedir?”
“Acaba, yaptıklarının neticesine erme, şeklinde bir açıklık getirebilir miyiz buna?..”
“Karar vermeden evvel, insanlar nasıl var olmuştur ve gelişmiştir, sorusuna cevap arasak, daha yerinde olmaz mı?.. Ki bunun arkasından, insanların neyi niye yaptıklarının tespitine ersek; ve ondan sonra da, kendi seçenekleriyle hür olarak mı birtakım şeyleri yaptıklarına, ya da mecbur mu olduklarına baksak…”
“Evet, böylesi daha yerinde olur!.. Lütfen söyler misin, insan nasıl meydana gelmiştir? Tabii bunu tıbbi mânâda sormuyorum... O kadarını bilebiliyoruz...”
“Dünya’nızın her an uzaydan gelen sayısız değerde kozmik ışınların radyasyonuna muhatap olduğunu, biliyorsun herhâlde..?”
“Evet, bir kısmının atmosferi geçemeyip kırıldığını, diğer kısmının ise arza ulaştığını biliyoruz!.. Hatta büyük bir kısmı saniye içinde tüm Dünya’nın içinden geçip, yoluna devam ediyor!..”
“Güneş ışınlarının yeryüzünde meydana getirdiği birçok tesirleri de biliyorsunuz herhâlde..?”
“Evet!..”
“Ay’ın dahi Dünya üzerinde ve de insanlarda büyük etkileri vardır...”
“Evet, Ay’ın tam yuvarlak olarak göründüğü günlerde özellikle olmak üzere, insanlarda daha bir tedirginlik ve sinirlilik hâli dikkati çeker...
Hatta Rasûlullâh Efendimiz’in her ayın onüç, ondört ve onbeşinde oruç tutulmasını tavsiye ettiğini öğrendiğim zaman, bu meseleyle bir alâkası olduğunu düşünmüştüm. Tahmin ediyorum ki, Ay’ın çekim gücünün arttığı bugünlerde, insan bünyesinin bir nevi karşı korunma tedbiri oluyor bu oruç..?”
“İşte sadece Güneş ve Ay değil, Güneş sistemindeki bütün gezegenler ve onların çevresinde bulunan sizin ‘burçlar’ kelimesiyle bildiğiniz takımyıldızlar ve daha başkaları, her an henüz mahiyetini bilemediğiniz güçte radyasyon ile Dünya üzerindeki varlıkları etki altında tutmaktadır!.. Yani, bunların yolladıkları kozmik ışınlar, gerek insanların, gerek hayvanların ve gerekse nebatların yapıları ve davranışları üzerinde büyük ölçüde etkili olmaktadır!..”
“Hey, burada dur biraz!.. Yani insanlar, yapı ve davranışları itibarıyla yıldızların etkisi altında mıdırlar?”
“Evet!.. Ama henüz, biliminiz bunu tespit etmiş değildir!.. Bu sahada insanlık ilmi, ateşi keşfetmiş ilkel insan düşüncesinin ötesine geçmiş değildir!..”
“Biraz evvel, insanlığın Uranüs’e bir araç yolladığını, oradan ve yol üzerindeki diğer gezegenlerden çeşitli bilgiler yollamakta olduğunu konuşmuştuk... Bunu başarabilen insanlık, nasıl olur da ateşi henüz keşfetmiş ilkellerle kıyaslanabilir ki?.. Bunu nasıl söylersin?”
“Şayet bilim adamlarınız, Uranüs’e kadar araç yollayacaklarına, uzaydan gelen kozmik ışın çeşitleri üzerinde araştırma yapıp; bunların insan ve hayvan beyinlerindeki etkileri üzerinde dursalardı; kozmik ışın çeşitlerinin DNA moleküllerini nasıl etkileyip, bu dizinde ne tür değişiklikleri, nasıl oluşturduğuyla alâkalı bulguları ortaya koyabilselerdi, bugün insanlık olarak çok daha değişik bir noktada olabilirdiniz...
İnsanlık için huzur ve saadete açılan kapı, uzayda değil, insan beynindedir!..
İnsanlar, beyin yapılarının gelişmeleri oranında huzur ve saadete erecekler, ya da azap çekmeye her hâlükârda devam edeceklerdir!..”
“Bir dakika... İnsan beyninin, yaklaşık yüz küsur milyar hücreden meydana geldiğini ve insanların çok büyük bir çoğunluğunun, bu sayının yüzde dört ile beşini ancak çalıştırabildiğini, geri kalanın ise kullanılmayan kapasite olarak kaldığını bilebiliyoruz...
Hatta, dâhi bilim adamlarında bile bu sayının yüzde onu bulmadığı biliniyor!.. Ancak bunun yıldızların radyasyonu ile alâkası nedir?”
“Bak Cem, sana anlatmakta olduğum konu, şimdiye kadar anlattıklarım içinde sence anlaşılması en güç olan konudur... Zira, daha önceden bu konu hakkında hiçbir bilgin olmadı. Bu sebeple de zorlanmakta haklısın... Sana meseleyi en basite indirgemeye çalışarak anlatacağım...
İnsanın ilk oluşması, bildiğin üzere dişi ile erkeğin birleşmesi anında erkekten gelen spermin, kadındaki yumurta ile birleşmesiyle başlar...
İşte bu birleşme anında, erkek ve kadın beyni, o anda yeryüzünün o bölgesine en kuvvetli kozmik ışınlar gönderen yıldızın ve yıldız grubunun hükmü altındadır. Bu yıldızın gönderdiği kozmik ışınlar erkek ve kadının beyninden geçerken, ayrıca çocuğun yumurtasını da etkiler, ilk defa olarak!..
Daha sonra, yaklaşık 120’nci günde ana rahminde gelişen cenin olarak belli bir duruma geldiğinde, bu defa gene kozmik ışınlar kanalıyla, yeni bir programlanmaya tâbi olur!..
Nihayet, ana rahminden dünyaya çıktığı anda üçüncü bir merhalede, yani annenin koruyucu manyetik perdesinden dünyaya çıplak olarak çıktığı anda, beyni üçüncü defa yeniden bir kozmik ışınım bombardımanına tâbi tutulur...
Şimdi bu üç ışınım bombardımanı altında, bebeğin beyninin belirli hücre grupları devreye girer... Beyni, ya bazı dalgaları alabilecek şekilde faaliyete başlar, ya da o dalgalara karşı kapalı kalır.
Daha sonraki hayatında, ilk oluşumunda açılan devrelere uygun gelen dalgalar istikametindeki davranışları kolaylıkla başarabilir, benimser; buna mukabil ilk devrede açılmayan kanallara uygun gelen dalgalar istikametinde ise ters davranışlar ortaya koyar!.. Mesela, diyelim ki bu oluşumda çocuğun derin tefekkür bölgeleri değil de, oyun eğlenceye dönük olmasını yönlendirecek bölgeleri açılmışsa, bu defa da ona oyun eğlence kolay gelir ve o tarafa meyleder.”
“Elf, bunlar belki de gerçek!.. Hatta, belkisiz gerçekler ama, gerçekten hakkında bilgimiz olmadığı konulardan olduğu için, soracağım soruları hoşgör… Belki aptalca gelecek sorularım sana... Ama ne çare ki cahilim gerçekten bu sahada... Yıldızlar nasıl oluyor da beyni böyle yönlendiriyor?”
“Hayır Cem, seni haklı buluyorum!.. Gerçekten, bu konuda toplum olarak hiç bilginiz yok!..
Dünya üzerinde, tek tük üstün insan olarak yaşamışlar ve bu gerçeğe vâkıf olduktan sonra benzetme yoluyla temas etmişler hariç, hepiniz bu sahada çok cahilsiniz!.. Ancak, cahil olmak ayıp değildir!.. Her birimiz, bilemediğimiz sayısız hususların cahiliyiz!.. Yeter ki, katı ve sâbit fikirli olmayıp, sürekli kendimizi yenileyebilelim ve ilmimizi arttırabilelim.
Evet, şimdi konuyu biraz daha açayım...
İnsanların yapılarını etkileyen kozmik ışınlar, esas itibarıyla dört çeşittir... Bu dört tip ışınım, insanları iki yönden etkiler...
İnsanın bir iç dünyası vardır, bir de dış dünyası... İç dünyası dediğimiz, kişinin kendini bulduğu hâlidir... Dış dünyası ise, çevreyle ilişkileridir.
Ana rahminde aldığı radyasyon, kişinin iç dünyası ile ilgili olan bölümlerini etkiler beynin... Ana rahminden dünyaya çıktığı anda aldığı ışınım ise o kişinin çevreyle ilgili olan davranış ve duygularına yön verir.
Kaynak : Evrensel Sırlar - Ahmed Hulusi