Message
Nereden geldim?..
Neden geldim?..
Nereye gidiyorum?..
‘BEN’ kelimesiyle işaret edilen orijin varlık nedir?..
Dinci görüş, bu sorunun cevabını çok basit bir şekilde veriyordu:
“Sen Tanrı’dan geldin... O seni yoktan var etti... Dünya’ya imtihan için yolladı... Dünya’da başkalarına iyilik edersen seni cennete, kötülük edersen de cehenneme atacak...”
Ana temasıyla bütün dinlerin verdiği mesaj bu idi...
Ancak, Musevîliğin “Kabala” adını taşıyan sırlar kitabının işaret ettiği bazı hususlar ile; Müslümanlığın “tasavvuf” adını alan, görüş sistemlerini benimseyen kişilerin ifadelerine göre, daha da değişik bazı şeyler söyleniyordu...
Buna göre, insan, Allâh’ın bir görüntüsü idi... Her şey Allâh’ın istediği gibi oluyordu... İyi-kötü diye bir şey de yoktu gerçekte!.. Olanlar, sadece olması gereken şeylerdi, işte o kadar!..
Ölümden sonra ise, yaşanılan hayatın bir başka benzeri devam edecekti!
Maddeciler ise daha değişikti, bu sorulara cevap verirken...
Evren daimî bir dönüşüm içinde!.. Madde zamanla tek hücreliye, oradan çok hücreliye dönüşür, daha sonra hareketli canlı varlıklar oluşur, derken hayvanlar ve daha gelişmiş varlıklar olan insanlar... Ve nihayet onlar da ölürler ve bu böylece sürüp gider...
Çok basitleştirilmiş olarak bu temel fikirler arasında dönüp duruyordu insanlar...
Bir de olağanüstü bazı olaylar nesilden nesile akıp geliyordu... Çeşitli dinlerin devirlerinde yaşamış birtakım insanların, olağanüstü kuvvetlerinden söz ediliyordu...
Hristiyanların azizlerinden, müslümanların evliyalarından, yogilerin olağanüstü davranışlarından örnekler veriliyor, su üstünde yürümelerinden, ateşin içine girip yanmamalarından, havada uçmalarından, bulundukları yerden çok başka bir yerde olup biteni görmelerinden vesaire vesaire...
Ama bunların da hiçbirinin izahını yapabilen yoktu... Kimi tanrının hibesi diyordu, kimi de yöneldiği varlığın...
İşte böylece felsefe içinde dalıp gitmiş olan Cem, birden karşısından gelen sesle irkiliverdi...
“ÖZDE Cem!..”
“Merhaba Elf!..” derken ayağa fırlayıverdi Cem...
Sağ tarafında, yerden bitmiş gibi görünüvermişti dün akşamki yabancı... Görünüşü aynıydı...
Hemen içeriye seslendi...
“Gönül bak misafirimiz geldi!..”
“Geliyorum...”
Cem, geçen görüşmeden aklına takılan ve bu defa da karşılaştığı kelimeyi sordu Elf’e...
“Özde diyorsun; ne demek bu?..”
“Birimin karşısında gördüğünü, kendi özünde bulması mânâsınadır!.. Gerçekte bir ayırım olmadığına işaret eder... Ben, ‘senin özünde’ mevcudum; sen de ‘benim özümdesin’ anlamına da alınır... Bizde, iki birim karşılaştığında ve ayrılırken söylenir...”
“Peki ama, sen sırf akıldan ibaret bir varlıksın... Biz ise et-kemik ve ruh karışımı... Nasıl olur da ‘özde’ bir oluruz?..”
Cem’in bu sorusu, Elf’in görünümünde bir rahatlık meydana getirmişti...
Sanki “Benim de anlatmak istediğim buydu işte...” der gibi bir hava içerisinde, arkasında duran koltuğa oturdu... O arada Gönül de içeri girmişti...
“Hoş geldiniz...”
“Hoş bulduk!..” dedi Elf, her harfi tam heceleyerek... Sonra da söze devam etti...
“Siz kendinizi nasıl bilirsiniz... Et-kemik ile ruh karışımı bir şey değil mi?”
“Evet... Bize eskilerden nakledilen bilgiler bu yoldadır!..”
“Buna, eskilerin, yani sizden evvelkilerin, kendilerinden sonra gelenleri şartlandırması diyebiliriz değil mi?..”
“Diyebiliriz bir bakıma...”
“Et-kemik olan kısmı görebiliyorsunuz, ama ‘RUH’ adını verdiğiniz nesneyi görebiliyor musunuz?..”
“Hayır!.. Ama eserlerinden varlığını anlayabiliyoruz...”
“Buraya bütün dikkatini vermeni rica edeceğim... Eserlerinden varlığını anlıyoruz, dedin... Yani varlığını anlamanız, eserlerini görebildiğiniz ölçüde oluyor demektir bu... Ya eserlerini göremediğiniz yanı?..”
“Elbette ki o hususta bilgisisiz!..”
“Bu takdirde, siz ‘ruh’ ismini bir bilinmeyene; daha doğrusu bildiğinizi sandığınız bir bilinmeyene vermiş oluyor musunuz?..”
“O çıkıyor ortaya!..”
“Yani, demek oluyor ki, siz daha ne tür bir varlık olduğunuzu bilmiyorsunuz...”
“Bildiklerimizin dışında kalanıyla bilemiyoruz...”
“Peki bu takdirde, bilmediğiniz kadarını, yani bilemediğinizin ölçüsünü tespit edemediğinize göre; bildiklerinizin bilmediklerinize oranını söyleyebilir misiniz?..”
“Hayır, bunu söyleyebilmemiz için, bilmediklerimizin tamamının ne kadar olduğunu görmemiz gerekir!..”
“Bu da şu an için mümkün olmadığına göre...”
“Kendimizi bu şartlar altında bilmemiz mümkün değildir; mânâsı çıkıyor…”
“Evet!.. Bir şeyi baştan sona tamamıyla bilmedikçe, o şeyin doğruluğu da hiçbir zaman söz konusu olamaz... Zira, kısmen kendi sahasında doğru olan bir şey, bütüne nispetle eğri olabilir...
Mesela üzerinde yaşadığımız yeryüzü, size bir düzlük olarak gelebilir!.. Nitekim, insanlar asırlar boyu, Dünya’yı düz bir tepsi gibi kabul etmiştir... Ama ne zaman ki üzerinde yaşadığı Dünya’nın üstüne çıkmıştır, bütünüyle görebilmiştir, o zaman kesinlikle müşahede etmiştir ki, Dünya düz bir tepsi gibi olmayıp, küre biçimindedir... Üstten alttan basık bir küre değil mi?”
“Ama bunu görmeden de söyleyebilenler vardı!..”
“İspat edemediği için ona ‘deli’ diyenler çok çıkmıştı...”
Gönül söze karıştı:
“İyi ama, bu noktada, aşağı yukarı bütün bildiklerimiz hep bu şartlanmalar değil midir?”
“Çok iyi bir noktaya temas ettiniz... Şartlanma nedir, ne değildir... Önce bunu belirlemek gerekir...
İnsan beyni, doğuştan her türlü bilgiye açıktır... Tıpkı boş bir teyp bandı gibi... Sonra ilk veriler bu banda kaydolmaya başlar... Bir şeye dokunur, annesi ‘cıs sıcak’ der; ve o bilir ki, beynine ulaşan o impulsın adı, sıcaktır!.. Sonra benzeri bir dalga beyne ulaşınca, beyin hemen hükmü yerleştirir; ‘sıcak!’... Sonra soğuk... Sonra sert... Sonra iyi... Sonra kötü... Sonra daha karmaşık veriler ve nihayet bu proglamlama istikametinde oluşmuş bir beyin!..
Eğer, araştırma, düşünme, değerlendirme devreleri, bu beyinde faaliyete geçmemiş ise; artık o kişi tamamıyla şartlanmalarıyla ve güdüsel dürtüleriyle yaşayan; sanki toplumun programlamış olduğu bir robot olarak geçer gider bu Dünya’nızdan!..
Fakat, bundan daha önemli bir husus var... ‘İnsan’ adını almış bulunan varlığın, ne olduğunu bilmeden, onun hangi şartlar altında ve nasıl şartlandığını bilebilmek mümkün değildir ki!.. Onun için isterseniz önce ‘insan’ denilen varlığın gerçek yapısı üzerine eğilelim ve ondan sonra, onun şartlanmalarının nasıl meydana geldiği üzerinde duralım...”
“Peki siz, bizi yani ‘insan’ı nasıl tanıyorsunuz?.. Size göre, biz neyiz?” diye Cem ana noktaya gelinmesini işaretledi...
“Size bunu anlatmaya çalışayım... Ama baştan söyleyeyim ki, yıllardan beri süre gelen şartlanmalarınıza ters düşen pek çok hususla karşılaşacaksın... Ancak hiçbir şekilde buna karşı çıkma!.. Zira dinlediğinde ilk anda, sana ters gibi gelen her nokta, açıklandığında görürsün ki asla çelişkili değildir. Çelişki gibi gelirse, bekle ve dinle... Mutlaka onun izahı gelecektir... Gelmez de araya başka bir husus girerse, bu defa sor...”
“Ya sizin bu anlatacaklarınız da bize göre bir şartlanma olmayacak mı?”
“Şartlanma; bölük pörçük bilgi kırıntılarından, kıyaslama yoluyla kendi anlayışına nispetle bir hüküm çıkartıp; bunu başkalarına empoze ederek, onları da o bilgilerle kayıt altına almadır. Şartlanmaya dayanan birikim, tam bir sistem değildir ve cevabı verilemeyen pek çok sorular ihtiva eder. O zaman da dersiniz ki, bugün için bu sorunun cevabını veremiyoruz!.. Oysa şartlanmalardan doğan bilgilerle değil, saf gerçeklerle yürürseniz, eksiksiz bir sistemle karşılaşırsınız; ki bu yoldan neticeye ulaşan bir kişinin, cevabını veremeyeceği soru kalmaz...
Şartlanmış bir insan, tek noktaya doğru derinleşen sorular karşısında bir noktada durur ve cevap veremez hâle gelir... Gerçeği bulmuş kişinin ise, cevap veremeyeceği nokta olmaz... Ne kadar derine dalsanız, o ölçüde cevapla karşılaşırsınız... Bu da onun, bütün sisteme vâkıf olmasından ileri gelir...”
Gönül söze karıştı...
“Şeyy... Şu insana dönsek nasıl olur?.. Şimdi, biz nasıl bir varlığız?”
“Bilin ki, sizin ‘BEN’ kelimesiyle işaret ettiğiniz şey, ne bu et-kemik toplamı olan beden ve ne de ‘RUH’ adını verdiğiniz yapıdır... ‘BEN’ ve ‘BEN’e ait özelliklerin meydana geldiği bu beden, neticede nasıl bu ‘BEN’in özelliklerinin ortaya çıkmasına vesile olan ve bir süre sonra terk edilecek olan bir tür araç ise... ‘RUH’ dahi aynı şekilde ‘BEN’ dediğiniz yapının yüklenmiş olduğu bir araç ya da taşıyıcı gibidir!..
Gerçekte, ‘BEN’ kelimesiyle işaret edilen varlık, öyle bir ‘ÖZ’ varlıktır ki, o ‘ÖZBEN’lik noktasında tüm evren ve içindekiler TEK bir bilinçten ibarettir!.. Ne çare ki, siz, bu ‘ÖZBEN’deki ‘Evrensel Kozmik Bilinç’ düzeyini yaşamaktan mahrum ve perdeli bir hâldesiniz... Ve içinde bulunduğunuz şu şartlanmışlık düzeyinde de bu gerçeği yaşamanız asla mümkün olmaz.”
“Yani ‘BEN’, bilinç miyim?.. Ya ‘Nefis’ nedir?”
“‘BEN’ ile ‘NEFİS’ veya ‘NEFS’ hep aynı şeydir!.. Bilinç!.. Ya da akıl!..”
Gönül sordu:
“‘BEN’ dediğim zaman, aklımı mı kastediyorum gerçekte yani?..”
“Gerçeği bilene göre evet!.. Ama karşısındaki, bu gerçeğe vâkıf olmayan biri ise, o takdirde, o ‘BEN’i, kendi anlayışına, idrakine göre değerlendirir ve ‘RUH’a atfeder, ya da et-kemiğe...”
“Burada demek istediğiniz şu, anladığım kadarıyla,” diye söze karıştı Cem... “‘BEN’ kelimesiyle işaret edilen sadece bir ‘bilinç’... Bu bilinç, aklettiği şeyleri ‘beyin’ ile bir varlık hâline getiriyor ve beden ile de zahire çıkartıyor... Öyle mi?.. Yani, asıl varlık ‘sırf bilinçten’ ibaret oluyor bu hesapça?..”
“Sırf ‘bilinç’ten ibaret, derken bunu, şunun için söylüyoruz... Tâ ki bu varlık, bir ‘biyolojik bedenle’; yahut ‘ruh’ adı verilen ışınsal bedenle kendini kayıt altına almasın!.. Şöyle izaha çalışayım bunu... Akıl, fikir, idrak gücü, hafıza, şekillendirme, hayal, vehmetme ve nefs gibi özellikler burada bir tek!..”
“Bir dakika... Burasını anlayamadım!..” diye Elf’in sözünü kesti Gönül... Kafası karışmıştı... Sorusuna devam etti:
“‘İnsan’ dediğimiz zaman, bunun ‘bilinç’ten ibaret bir varlık olduğunu söylemiştiniz... Şimdi ise bilinçle birlikte idrak, hafıza, fikir, şekillendirme gibi şeyler de saydınız...”
“Evet, gerçekten biraz karışık gelir, ilk defa karşılaştığınız için bu bilgiler... Ne çare ki başka türlü anlatmam çok güç... Bu sebeple biraz daha genişletmeye çalışayım meseleyi...
Size, ‘insan’, ‘salt bilinçten’ ibarettir derken, zihnî fonksiyonlardan söz ediyordum... Nitekim bu saydığım özellikler hep ‘şuur’ türünden, birbirinin tamamlayıcısı olan fonksiyonlardır. Ve bunların hepsini, kısaca ‘bilinç’ kelimesiyle ifade ederiz. Gerçekte ise, akıl ayrı bir özelliktir, hafıza ayrı bir özelliktir, nefis ayrı bir özelliktir! Ama bunların tümü, bilincin öğeleridir.”
“Bu özelliklerin toplamı da ‘insan’ adını almaktadır?..”
“Evet... Mesela, ‘nefs’; ‘BEN’lik duygusudur... Ama, bunu gurur diye anlamayın!
Bir varlık düşünün şimdi... Bu varlık öncelikle, ‘kendini’ bilmektedir... İşte bu biliş, ‘nefsi’ yani var olan benliği dolayısıyladır. İkinci olarak, algılamakta olduğu meseleleri unutmayıp saklar ve sırası gelince değerlendirir... Bu da hafızası olmasındadır. Ayrıca algılamakta olduğu meselelerin içine dalıp, bunlar vesilesiyle yeni şeyler bulmaya başlar, yani fikre dalar... Sonra, gerçekten var olmayan, fakat var kabul ettiği şeyleri düşünür, yani ‘vehmeder’... Onlara bir yaşantı verir, hayal kurar; hayal içinde onları ayrı ayrı sûretlendirir böylece ‘şekillendirmiş’ olur...
İşte bütün bunlar, ‘insan’ adını almış bulunan zihnî fonksiyonlardan ibaret varlığın, varlığını teşkil eden özelliklerdir... Bilmem şimdi biraz toparlanabildi mi?”
“Bu hesapça, ‘insan’ denilen varlık, tamamıyla, madde ötesi bir varlık olarak mevcut oluyor... İyi ama bu takdirde, doğmadan, yani bedene bürünmeden evvel bu özellikler gene kendisinde mevcut olması icap eder... Oysa biz küçüklüğümüzü bile tam olarak bilemiyoruz... Değil ki doğmadan önceki hayat. Bunu nasıl izah edeceksiniz?”
“Bütün bu özellikler, kişinin varlığını meydana getirir, dedik. Ancak bu özelliklerin faaliyete geçişi, o kişinin beden yapısıyla uyumlu olarak meydana gelir. Daha evvel bu özellikler sıfır durumdadır. Onun için de bize bugün bir şey ifade etmez o hâliyle...”
“Peki ölümden sonra ne olur insan?..” diye biraz merak ve biraz da şüpheyle karışık olarak sordu Gönül... Ve devam etti: “Âhiret var, cennet var, cehennem var, deniyor ve biz de buna inanıyoruz... Nasıl oluyor bu?.. Yoksa böyle bir şey de mi yok?”
“Bu tamamıyla anlayış ve kişinin idrak durumuna göre anlatış meselesi!..
İçinizde, yani insanlar arasında, bu işin içyüzüne vâkıf olan, pek çok kişiler gelip geçmiştir. Ama onların çok büyük bir kısmı, çevrelerindeki insanların anlayışına göre hitap etmeyi tercih ederek, gerçeği sembollerle anlatmayı seçmiştir...
‘ÖLÜM’ dediğiniz hâl, ‘insanın biyolojik bedeniyle olan bağının kopmasıdır’... Dolayısıyla o, diğer insanlar için ‘yok oldu’ hükmünü alır; ve bu yüzden de ‘ölüm’ yok oluş olarak kabul edilir... Hatta bu yüzden, işin içyüzünü bilmeyenler tarafından, ölmüş bulunanlar; ileride bir zamanda dirileceklerini yani, yeniden var olacaklarını sanırlar! Biyolojik bedenin kullanım dışı kalmasıyla kişi, biyolojik bedenlilere GÖRE ‘yok’ olur!
Dolayısıyla o, diğer insanlar için ‘yok’ hükmüne girer. Ama bedenli insanlara kıyasla, onun ‘yok’ hükmü alması demek; gerçekten onun ‘yok’ olması demek değildir!.. Zaten, evrende bir şeyin ‘yok’ hükmünü alması, diğer bir şeye göredir. Gerçekte ise, ne var hükmü mevcuttur, ne de yok!..
Şartlanmalar ve beş duyunuz yani kesitsel algılama araçlarınız, ‘var’ ve ‘yok’ hükümlerini doğurmuştur!.. Bir şeye göre ‘yok’ hükmünde olan, diğer bir şeye göre ‘var’ hükmünü alır!.. Ancak meseleye, şartlanmalardan ve beş duyudan öteye geçmiş olarak bakmak gerekir, bu gerçeği görebilmek için…
Evet, ‘ölüm’ dediğimiz hâlden sonra, insan ‘cebrî yaşama’ girer. Dünya’daki ihtiyâri yaşam sona ermiştir artık…”
“Ne demek ‘cebrî yaşam’ ve ‘ihtiyâri yaşam’?..”
“‘İhtiyâri’, yani seçenekli dediğimiz yaşam, kişinin herhangi bir iş karşısında o işi yapmak veya yapmamak, şöyle veya böyle yapmak gibi seçimleri kendine göre tercih ederek yapması ve yaşamını bu yol üzere sürdürmesi demektir. ‘Mecburi yaşam’ ise, karşılaştığı hâllerde, o hâllerin icabını yerine getirmesi mecburiyeti içinde, yaşamına devam etmesi demektir.
Ölüm ötesinde insanlar, Dünya’da edindikleri bilgiler, edindikleri şartlanmalar ve kendilerini tanımaları ölçüsünde, davranışlarını otomatik olarak ortaya koyarlar. Aynen uykuda gördükleri rüyada olduğu gibi!..
Zevkler ve acılar da bu otomatik davranışların tabii sonucu olarak duyulur.
Eğer insan, kendini tanımış, kendindeki kuvvetleri idrak etmiş ve bunları değerlendirmesini öğrenmiş ise, karşılaştığı hâllerde otomatik olarak bu kuvvetlerini kullanarak, her şeyin üstesinden gelir ve bu da ona tabii olarak zevk verir. İşte o zaman hayatı sembolik ifade ile, cennet hayatı şeklinde tanımlanabilir.
Ama o insan, şu hayat içinde kendini tanıyamamış, kendinde mevcut kuvvetleri bilememiş; şartlanmalardan doğan değer yargılarıyla yoğrulup, öz cevherini bu yolda boşa harcamıştır; ölümden sonraki hayatta da her şeyi bu ölçüler içinde karşılayacağı için, yaşamı devamlı kendine ters gelen olaylar içinde geçer; ve bu yüzden de sürekli acı çeker!.. Bu, sembolik ifadesiyle, cehennem hayatı olur kendisi için... Ancak, ayrıca fizik olarak da, kendisine azap verecek bir ortam içindedir.”
“Sonsuz olarak böyle mi devam eder ölüm ötesi hayat?..” diye Gönül sordu:
“Hayır!.. Sonsuz denecek kadar uzun bir zamandan sonra; her insansı karşılaştığı hâllere karşı değer yargılarını değiştirmeye başlar; ve böylece de o şartlanmayı terk etmekten ötürü kendisindeki bir kuvveti tespit eder. Bu kuvvetlerin tam olarak bulunması hâlinde ise yaşamı acılı bir yaşam olmaktan çıkarak, zevkli bir hayata dönüşür. Ama dediğim gibi bu sonsuz denecek kadar uzun bir süre alır...”
“Elf bütün bunları sen nasıl bilebiliyorsun?” diye Cem merakla sordu...
“Size bedensel yapınız ve şartlanmalarınız dolayısıyla örtülü olan bu gerçekler, aslında bize tamamıyla açıktır... Çünkü dediğim gibi gerçeğin örtüsü tamamıyla, göresel değerlerle şartlanmalar ve bilgisizliktir. Bizde ise şartlanma diye bir şey olmadığı gibi; tekâmülümüz de sadece bilgi birikimiyle meydana gelir. Bu sebeple de evrenin sırlarına bizim vâkıf olmamıza şaşmamak gerekir…”
“Peki, kendini tam olarak bilebilen bir insan neler yapabilir?” diye Gönül sordu bu defa:
“Suyun veya toprağın altında hiçbir şey yemeden içmeden ve nefes almadan aylarla kalabilir; ateş onu, istediği zaman, yakmaz; dilerse su üzerinde yürür veya havada uçar; dilediği anda, dilediği yerde olan olayı yanındaymışçasına seyredebilir veya o olaya müdahale edebilir! Hatta ve hatta bütün bunlardan öte olarak, bir ölüyü diriltip, bir süre yaşatabilir...”
“Ama bu tanrıya mahsus değil midir?..”
“Size bugün için şöyle söyleyeyim...
Kozmik bilinç, kendisini insanlara ayna yapmıştır!.. Veya daha anlaşılabilir şekilde söyleyeyim, insanlar ‘Mutlak Tek’in kuvvetlerine bir aynadır! İnsanlar, kendilerini tanıdıkları ölçüde, Kozmik bilince ait olarak bilinen kuvvetler ve özellikler, insandan aşikâra çıkar.”
“Dur bir dakika lütfen, bu noktada!..” diye, Cem, Elf’in sözünü kesti... Kafası oldukça karışmıştı...
O güne kadar okuduklarını, öğrendiklerini, duyduklarını kafasından resmî geçit olarak geçirdi... Ne demek istiyordu Elf?..
Baktı ellerine, yere, karşıya kütüphaneye...
Dalgın dalgın sonra söze girdi:
“Şimdi bizim panteist görüş vardır... Bu âlem gerçekte, sayısız parçaların birleşmesinden meydana gelmiş bir bütündür, der... İnsan da bütünün bir parçası... Her şey doğar, büyür ve ölür... Tabiat kendi kendini idare etmekte, ihtiyaç duyduğunu meydana getirmekte, gerek kalmayanı da imha etmektedir... Evrende geçerli olan, doğanın kanunudur, der panteist görüş... Tanrı fikrini de reddeder!..
Öte yandan buna yakın görünen, ama gerçekte tamamıyla ayrı bir görüş olan İslâm Tasavvufu’nun ‘Vahdet-i Vücud’ yani ‘Varlığın Tekliği’ görüşü vardır. Âlem, bir Tümel varlıktır ve bu Tek yapı, bir Tek Bilincin yönetimindedir! İnsan da bu bütünün, âlemdeki bir parçasıdır. Âlemi yöneten bilinç, insan adıyla kendi özelliklerini ortaya çıkarmaktadır. Yani, insanda konuşan Tanrı’dır, gören Tanrı’dır, o hareketleri ortaya koyan Tanrı’dır der... Tanrı evrenin gerçeğidir, der!..
Bazıları, evren, evet Tanrı’nın vücududur ama, Tanrı gene de evrenin ötesindedir, der!.. Bilinmezliğe iterler Tanrı’yı böylece... Şimdi sen bunlardan hangisinin doğruluğunu söylemek istiyorsun?”
“İnsanların içinde, her devirde gerçeğe yönelenler ve onu bulabilenler çıkmıştır. Bazen de gerçeğe yaklaşıp, o gerçeğe erişemeden ömrü tükenenler olmuştur. Bunların her biri eriştikleri neticeleri, insanlara, eriştikleri gerçek nispetinde bildirmiştir. Ne var ki, insanlar bu gerçekleri şartlanmaları ışığında değerlendirme yoluna gittikleri için, yollarını sapıtmışlar ve çeşitli varsayım bataklıklarında ömürlerini heba edip gitmişlerdir.
Sana meseleyi şöyle izah etmeye çalışayım...
Kozmik bilinç bir devirde tam anlamıyla, kendi özündeydi... Öyle ki, bilinç kelimesinin ifade ettiği fonksiyonlar bile sıfır hâlindeydi... Sonra ‘hiçlik’ diye ifade edebileceğimiz bu hâlinde iken, her şeyi yapabilecek ‘hep’ diye ifade edebileceğimiz ‘Tümel Aklı’ varsaydı veya vehmetti! Yani, sonra insanlar tarafından, ‘Tanrı’ diye adlandırılacak, her şeye sahip olabilme gücünde ‘Tek Mutlak Aklı’ var etti...
Ama dikkat et ki, bütün bunlar kendi varlığında oldu, kendisinin dışında ayrıca değil!..
Sonra, bu tek ‘Kozmik bilinç’ hayal ettiklerini çokluk hâliyle görmek istedi ve kendi indînde, hayalinde, içinde yaşadığımız âlemi meydana getirdi... Ve o âlemin içinde de kendini seyretmek istediği anda, akıllı birimi ortaya çıkardı.
Şimdi dikkat et bu noktaya!..
Sonradan var olan Âdem’e nispetle, Âdem’e göre, bu âlem gerçektir, ortada mevcuttur... Buna karşın, Âdem’i ve Âdem’den evvel âlemi meydana getiren ‘Kozmik bilinç’e nispetle, her şey bir hayaldir; yani sanal varlıktır!.. Yani, bütün bunların kendi başına tam bir varlıkları yoktur!..
İnsanın âlemde zuhuru dahi iki aşamadadır. Kozmik bilinç, kendi özelliklerini seyretmeyi düşlediği anda, bunu yeryüzünde ‘insan’ adı altında yapmaya karar verdiği için; ki bu evrede, evren mevcuttur. Bu mevcut oluşu dahi, ‘Kozmik Bilinç’in, ilminde, kendi kendine bakışı dolayısıyladır!
Bundan sonra, ‘Akl-ı Evvel’, yani ‘Kozmik Bilinç’, hayalinde âlemi meydana getirmiştir ki, buna ‘Büyük hayal’ diyebiliriz; ki bu, sonradan hâsıl olan insana göre, hayal olmayıp, gerçek hükmündedir...
Nihayet, bu âlemde enerjiden atoma, atomdan tek hücreye, çok hücreye ve nihayet bedene kadar gelişme olmuş ve bu defa çoğulcu mânâda insan meydana gelmiştir.
Şimdi insanda aşikâr olan, Kozmik bilincin, yani bizim deyişimizle Tümel aklın imajları olduğuna göre, insanlıktaki müsbet-menfi, şartlanmalı-şartlanmasız oluşumlar, nasıl, neden meydana geliyor...
İzaha muhtaç bir diğer husus da bu...
Evrendeki gelişmeler, iki çeşittir... Bizi, Setrilileri ve insanları içine alan gelişmeler ve dünyalarla ilgili tabii gelişmeler... Tabii gelişmeler belirli sistemler içinde olur...
Mesela suyun devri daimi, yani buhar oluşu yağış hâline gelişi gibi... Bunun çok geniş ölçüdeki misali de ışınsal yapıdadır... Enerjinin ışınsal yapı hâline gelişi, atoma dönüşmesi, maddeleşmesi ve sonra yeniden ışınsal yapıya ve oradan da enerji hâline gelmesi devri daimi gibi...”
“Bunu anlayamadım işte... Enerji, nasıl maddeye kadar dönüşüyor ve sonra tekrar enerji hâline gelebiliyor... Bu biraz karışık geldi...” diye Cem sordu Elf’in sözünü keserek... Elf bu soruyu da cevapladı:
“Aslında fikir yoluyla bunu idrakiniz çok güçtür... Bugün insanların fevkalâde büyük bir kısmı, bundan haberdar bile değildir...
Çok basit bir şekilde izaha çalışayım, belki anlayabilirsiniz...
Kozmik bilinç, yani Tümel akıl; hayalinde bir şeyi var ettiği anda, hayal âleminde o şey enerji olarak açığa çıkar... Bu enerji; dalga boyları dediğimiz kendine has bilinçli birimler, ışınsal yapı hâlinde, çeşitli yoğunlaşma aşamalarından geçerek nihayet atomlaşır... O dahi kitleleşerek, çeşitli, gayesine uygun maddeleri meydana getirir ve nihayet ölümü yani dönüşümü hâsıl olur...
Ölümü hâsıl olduğu anda; gerçekte, o tekrar ışınsal yapıya dönüşmüştür, ama bunu siz tespit edemezsiniz... Ve bu yolun sonunda tekrar enerji hâline gelir ve böylece aslına dönmüş olur... Ve bir sonraki imajın temel elemanı olarak yeni bir oluşum hâline gelmeyi bekler...”
“Valla hiç anlayamadım ben bu işi...” diye Gönül söze karıştı...
Kafası bir acayip olmuştu... Hatta durmuş gibiydi...
Elf devam etti:
“Anlayamamanız son derece doğaldır!.. Bütün bunları anlayabilmeniz için, Gönül’lüğünüzden tamamıyla sıyrılıp; öz yapınızda, evreni kapsayabilecek bilinç düzeyine ulaşmanız gerekir ki, ondan sonra bütün bu sırları müşahede edebilesiniz...
Evet, biz kaldığımız yerden devam edelim... Dünyalarla ve evrenle ilgili gelişmeler, işte bu sistemler içinde oluşur...
İnsan ve Setrililer türünden varlıklarla ilgili gelişmeler de gene iki yoldan olur... Bireysel gelişmeler, toplumsal gelişmeler... Bireysel gelişmeler, sürekli olarak şartlanmalar sonucunda, her an karşılaşılan olaylardır... Toplumsal gelişmeler ise; savaş, deprem, kasırgalar, tayfunlar gibi olaylardır, ki bir toplumu etkiler...”
“Siz bu bireydeki gelişmeleri nasıl anlıyorsunuz?”
“Bu şöyle olur... İnsanlara, iyi-kötü, müsbet-menfi gibi ayırımlar şartlandırılır; ayrıca, onun tabiatına uygun olan şeyler hoş gelir, tabiatına uygun olmayan şeyler de ters gelir...
İşte bu şartlanmalar ve tabiatı, insanı belirli bir yolda çeşitli davranışlara sürükler... Ve bu şekilde de hayatın hareketli bir şekilde devamlılığı olur... Tabii, diğer insanlarla münasebetler, bu şartlanmalar ve tabiata uygunluklar neticesinde gelişir ve cemiyetler meydana gelir... Bunlar gerçekte, benzer şartlanma gruplarıdır.
Bir de toplumsal gelişmeler vardır...
Bunlar ise, insanların içinde bulunan bazı kişiler vasıtasıyla olur. Bu kişiler, kendi hakikatlerini bilmiş olup, öz yapılarının sahip olduğu güçlerle, evrende dilediğini yapabilen, olaylara dilediği şekilde yön verebilen hakiki mânâdaki insanlardır. Bunlar, insanlığın yeryüzünde görülüşünden bu yana mevcut olmuşlardır... Hatta efsanelerdeki, mesela Yunan Tanrıları diye bilinenlerden bazıları bile böyledir!..
Onlar, kendi hakikatlerine vâkıf, öz güçlerini kullanabilme yetisine kavuşmuş kişiler olarak, Dünya üzerinde tasarruflarda bulundukları zaman, hakikate vâkıf olmayan topluluklar tarafından tanrı gibi kabullenilmişlerdir! Çünkü yaptıkları işler, toplum tarafından tanrıya yakıştırılan işlerdir.
Ancak daha sonraki devirlerde, insanlar tanrıyı maddeden uzaklaştırarak imaja soktukları için, aynı işleri yapan kişilere bu defa aziz, rahip, evliya gibi isimler takmışlardır... Ancak gerçeği, bu isimlerden soyutlarsan, hepsinde de aynı esasın geçerli olduğunu görebilirsiniz...
İşte bu gibi kişiler, zaman zaman topluma yeni istikametler tayin için veya yeryüzünde belirli dengeyi sağlamak için, büyük olaylar meydana getirirler... Bunlar da toplumsal gelişmeler olur...”
“Bireysel yaşamda iyi-kötü, hoş-nahoş, sevindirici-üzücü pek çok olaylarla karşılaşıyoruz... Çeşitli inançlara göre de bunlar imtihan veya ceza-mükâfat olarak nitelendiriliyor... Böyle mi?..” diye sorarak Elf’in sözünü kesti burada Gönül…
“Bakın, az evvel anlattığım gibi, iyi-kötü, hoş-nahoş değerlendirmeleri toplumun sizi o yolda şartlandırmasından ileri gelir!.. Şayet, siz toplumun şartlanmasından kendinizi sıyırabilirseniz, o defa göreceksiniz ki, sadece yaşamın icabı olarak, çeşitli zamanlarda, çeşitli olaylarla karşılaşmaktadır varlıklar!..
Sizin iki ayağınız var... Ama birini bırakıp da sadece tek ayağınızla sürekli olarak yürüdüğünüz vâki mi?.. Hayır!.. İşte hâdiseler daima biri diğerine dönüşerek gelişir... Tıpkı geceyi gündüzün, yazı kışın takip ettiği gibi... Kendini bilen kişi, ne yazı kış yapmaya çalışır, ne de kışı yaz hâline getirmeye. Bunun yerine, her birinden ayrı ayrı zevk almaya çalışır...
İşte burada olduğu gibi kendini bilen kişi de, başkalarına göre üzüntü verici olan her olaydan da zevk almaya çalışır, sevindirici olandan da!..
Hâlbuki çevrelerinde egemen olmak isteyen kişiler, bu tabii seyirleri, kendi yücelikleri için basamak yaparlar ve kişinin karşılaştığı hâlleri bir ceza veya mükâfat diye nitelendirerek; karşılarındakileri bu yoldan şartlandırarak, arzuları doğrultusunda ve çıkarları istikametinde sürüklemeye çalışırlar.
Kendini bilen ve gerçeğe vâkıf olan kişi, her türlü olayı, adım atarken sağ ayağını sol ayağının takip etmesi kadar normal sayar; ve kendisini hiçbir olayın kaydı altına sokmayarak, hayatını sürdürür... Bu durumda, o kişi için, artık ne imtihan diye bir şey kalır, ne ceza, ne de mükâfat. Artık o, olayların ve şartlanmaların üstündeki ‘Özben’liğine yönelmiş birimdir!..”
“Peki bu imtihan veya ceza-mükâfat görüşleri, tamamıyla uydurma mıdır?”
“Hayır!.. Bu fikirlerin ortaya atılışının sebebi, kişileri belirli bir istikamete yürüterek, şartlanmalardan kurtarmaktır... Ayrıca, neticeye ulaşamayan kişileri de, belirli noktalarda frenleyebilmek gayesine bağlı olarak çalışır... Ama bunu, bazı kişilerin, kendi menfaatleri istikametinde kullanarak istismar etmesi de elbette ki mümkündür.”
Cem sözün burasında araya girdi ve anladıklarını kontrol etmek istedi...
“Şimdi anlattıklarınızdan şunu anladım ben... İnsan, toplumsal şartlanmalardan kendini kurtarabildiği anda, iyi-kötü, güzel-çirkin, veya yanlış-doğru, zıtlarının şartlanmalarından da kendini kurtarır ve bu kayıtların üzerinde yaşamaya başlar. Böylelikle de kendisini üzecek, azaplandıracak olayların fevkinde bir hayat sürer...
Bu yaşayış içinde, varlığının müstakil bir birim olmayıp, tümel aklın oradaki bir aksettiricisi olduğunu da fark ederse, bu defa tümel aklın sahip olduğu şeylerin aynen kendi özünde olduğunu da anlar ve dahi bu yolda ilerledikçe neticede özünü bulmuş olur ki; bu da kişisel varlık yönünden tam anlamıyla bir yokluk veya bir hiçliktir... Bilmem doğru anlamış mıyım?”
“Kısmen böyle... Bu gecelik, bu kadar olsun!.. Zira, daha fazla uzarsa bu görüşmemizin sizi yoracağını düşünüyorum...”
“Yarın akşam mı görüşeceğiz tekrar?”
“Öyle mi arzu ediyorsun?..”
“Hayır!.. Yarın üçten sonra dersim yok... Dilersen buluşabiliriz... Arayı fazla açmak istemiyorum da...”
Gönül söze karıştı:
“Ama ben ne olacağım?.. O saatte bankadan çıkamam ki?..”
Cem cevapladı onu:
“Şekerim, görüşmemizi ben sana anlatırım sonra ve böylece de tartışarak, daha iyi meseleye nüfuz edebiliriz...”
“Özde!..”
“Özde!..”
Ve Elf olduğu yerde kayboluverdi...
Kaynak : Evrensel Sırlar - Ahmed Hulusi