Message
Niçin “Din” olayı akla değil de, imana dayandırılmış?..
İşin sır noktası bu!
Akıl herhangi bir noktayı düşünürken, bütün bağlantıları gereği gibi kuramayıp, herhangi bir yanlış fikrin etkisi altında kalma tehlikesi ile yüz yüzedir!
İşte o anda da vehim, onun üzerinde hükmünü icra eder; yani nefsin, benliğin üzerinde tesirini icra eder. Aklın gücünü, tesirini keser, geleceğe ve bilince dönük biçim yerine; bedene ve benliğe dönük istikamette bir harekete sürükler... O zararlı hareketi yararlıymış gibi gösterir!
Çünkü vehim, her şeyi tersine gösterir... İşte bu yüzden de zararlı hareketi yararlıymış gibi zannettirip, seni yanlışa çekebilir.
Ancak vehmin üstesinden yüzde yüz gelebilecek bir güç vardır... İşte o güç, iman gücüdür.
“İman”da, akıl ve mantığa yön veren “fikir” durur!..
Mesela sana biri geliyor, hiç aklının ve mantığının kabul etmeyeceği bir şey söylüyor. Şu işi şöylece yap diyor...
Eğer sen, o kişiye tam bir itimatla güvenmişsen, daha önceden aklın yatmışsa; bu kişi mutlaka doğru söyler, kendi menfaatine dönük bir şey söylemez, söylediği doğrudur diye tam inanmışsan; işte o zaman söylediği ters bile gelse, vehim seni o işi yapmamaya tahrik etse dahi, ona olan o güvenin, teslimiyetin dolayısı ile o işi yaparsın!
İşte o işi yapman anında sen vehmini yenmişsindir.
Ama işi o iman ve teslimiyetle yapmayıp da, “Acaba ben bu işi böyle mi yapsam..? Bu böyle diyor ama, bu böyle olursa, böyle böyle sonuçlanır; yok böyle olmazsa, şöyle şöyle neticeler doğurur”un içine girdin mi, işin içinden çıkamazsın ve o işi gerektiği biçimde yapamazsın.
Yapamadığın zaman da vehim sana galip gelmiş olur! Yani yapamamak, vehminin sana galip gelmesindendir.
Bu yüzdendir ki ölüm ötesi yaşam konusu, teslimiyet ve iman esasına dayandırılmıştır.
Tasavvufta bütün tarikatlar esas olarak teslimiyeti ele alır... Yani der ki: “Eğer tarikata girdiysen şeyhine teslim ol, ne diyorsa hiç üstünde fikir yürütmeden onu yap!”... Yani şeyhe teslimiyetin esası, herhangi bir konuda fikir yürütmeden uymaktır.
Tarikat olayını bir yana bırakırsak; İslâmiyet çerçevesinde, Allâh Rasûlü’nün fikirlerine, karşı fikir öne sürmeden güvenerek teslim ol, dediğini yap…
Ondan sonra o olay niye gelmiştir, hikmeti nedir, onu araştır!.. Onu araştırma denmiyor!..
O yüzden de Hz. Âli’ye “Sen Allâh’a aklı ile yakîn olanlardan ol...” buyuruyor.
Yani niye öyle diyor?
Zaten teslimiyeti ele almış, teslimiyetle ilerliyor. İlerlerken neyin niye olduğunu, hikmetini anlamak için aklını kullan, diyor.
Kendine yön verme sırasında, istikametini çizme sırasında imanını kullan!
Ama o yolda yürürken de akılla yürü ki sağlam olsun!
Bir an gelir iman zayıflar... İmanın zayıfladığı anda akıl sana destek olsun!
Eğer o konuda bir araştırma yapmışsan; neyin niye olduğunu kavramışsan; o işin hikmetlerini çözmüşsen; imanın zayıfladığı noktada akıl sana destek olur.
Ama aklını kullanmadan sırf imanla gidiyorsan, o zaman tehlikedesin!.. Çünkü iman daha önce de bahsettiğim gibi zaman zaman zayıflar...
Niye?..
Çünkü “iman nûru” denen şey Şiron yıldızının ruhaniyetindendir!..
Venüs’ün, Jüpiter’in ve Şiron’un birbirleriyle yaptıkları bazı açılar sırasında ve bunların kişinin horoskopunda 9. evi ile yaptığı açılarla; yaşamın belli devrelerinde, belli günlerinde iman artar, belli zamanlarda da zayıflar.
Onun için hiçbir zaman sen aynı imanı, aynı şevki, aynı arzuyu kendinde devamlı duyamazsın. Belli zamanlarda imanın artar, kuvvetlenir; belli zamanlarda zayıflar; işte bu yüzden, “İman ile yürü, ancak aklını da sakın elden bırakma!” diyor.
Çünkü iman dediğimiz olay Şiron yıldızının tesiri iledir.
Âyeti kerîmede;
“ONLARA YILDIZ OLARAK HİDÂYET EDERİZ.” (16.Nahl:16) denmektedir...
Yani “O yıldızın ruhaniyeti ile biz ona tesir ederiz” deyişindeki ifade buradan kaynaklanıyor. Çünkü yıldızın tesiri zaman zaman artar, zaman zaman eksilir.
Mesela şu anda (1993 Eylül) Şiron, Başak burcundadır. Toprak grubundan olan kişilerin hidâyet bulma sırası gelmiştir.
Bütün insanlara bu hidâyet olayı devir devir gelir. Önümüzdeki yaklaşık iki buçuk senelik bir sürede horoskopunda 9. ve 12. evini Şiron’un etkilediği kişiler, büyük feyz alacaklardır. Onların devresi gelmiştir.
Buna karşın yeterli tesirleri alamayan grup eğer zamanında aklını kullanmışsa, o iman sürecini iyi değerlendirmiş ve güçlü temeli elde etmiş ise; gelen tesirlerdeki bu zayıflama ona fazla tesir etmez.
O, bu defa akıl gücü ile yoluna devam eder. Yani gündüz Güneş vardı, kayboldu; gece Ay çıktı! Ay’ın ışığı ile devam eder, gider yoluna.
İman nûru, Güneş gibidir; Dolunay’ın ışığı da akıl gibi!
Güneş’in yani iman nûrunun kaybolduğu yerde akıl gücü ile gidersin. İman o zaman vardı ama, belli şartlar sende o imanı zayıflattı. Akıl temeline de dayanmıyorsan, olayın tesiriyle ve yanlış fikirlerin etkisiyle imanı kaybetmek çok mümkündür.
İnsanın davranışlarına yön veren en önde gelen iki unsur “akıl” ve “duygular”dır...
Ne var ki “Şeytan” lakabıyla bilinen cinler için, akıl ve duyguları etkileyerek kişiyi saptırmak çok kolaydır!.. Zira, bunların her ikisi de kolaylıkla “vehmin” hükmü altına giriverirler!..
Akıl; kesitsel algılama araçlarımız olan beş duyu verilerine dayanan bir biçimde, şartlanma yollu verilere dayalı hükümler vererek, kendine tayin ettiği hedefe doğru yürür...
Oysa aklın bu kanallardan elde ettiği veriler, genel veri potansiyeli içinde, okyanusta bir damla oranında bile değildir!..
Eldeki tüm verileri en mükemmel bir biçimde değerlendiren süper bir akıl düşünelim... Ama dikkat ediniz!.. “Eldeki tüm verileri” dedik...
Evet, bu akıl, bu verilere göre kendine bir rota çizdi... Sonra, bunların dışında öyle verilerle karşılaştı ki, belki de kendisine tayin ettiği rotanın tam yüz seksen derece zıddını tercih etmek zorunda kaldı!..
Nitekim, nice çok akıllı okumuş, dalında büyük uzman olmuş kişiler görürüz ki, bunlar bir anda hem de ileri yaşlarda, büyük birikimlerine rağmen o güne kadar yaşadıklarının tam aksine bir hayatın içine dalarlar...
Zira akıl, eline geçen verilere göre, bir mantık kullanarak kendine yol bulur...
Oysa “ölüm”le başlayan sonsuz yaşam ise, aklın hiçbir zaman elde edemeyeceği veriler ihtiva eder... Aklın veritabanını oluşturan beş duyunun yani kesitsel algılama araçlarının, bu sahada bir şeyler elde etmesi olanaksızdır!..
Aklın ölüm ötesi yaşam konusunda kendisine yön verebilmesi belki şu verilerden hareketle bir dereceye kadar mümkün olabilir...
“Var olan hiçbir şey yok olmaz; yoktan da hiçbir şey var olmaz!..” prensibi bir gerçek olduğuna göre... Benim de, bedenin tüm değişimlerine rağmen bunlardan etkilenmeyen bir ‘BİLİNCİM’ olduğuna göre... Demek ki, bedenim ne tür değişimlere tâbi olursa olsun, ‘BİLİNCİM ASLA YOK OLMAYACAKTIR!’... Bu da insanın ölümsüzlüğü, demek olur!..
İşte bu yoldan akıl, ilim sayesinde bir dereceye kadar ölüm ertesinde de yaşamaya devam edeceğini kavrayabilir...
Ya sonrası?..
Kişi ölüm ötesine dair Nebi ve Rasûllerin verdikleri sayısız bilgiler hakkında nasıl malûmat toplayacak beş duyu ile?..
İşte bu sebepten dolayı dinin esası, “iman nûru”na dayanır!
İman nûru olmayan kişi, ne kadar akıllı olursa olsun hidâyete eremez. Yani Şiron’un güçlü tesirlerinden nasip almamışsa, Uranüs’ün üstün akıl özelliklerine sahiptir, fakat felsefeci kafası vardır.
Maddi değerlerden arınmış, madde ötesi değerlerle meşgûldür; ancak felsefede kalmıştır. Buna eskiler “İman nûrundan mahrum kaldığı için felsefecidir” derler... Söz doğrudur!
Burada hazır söz felsefeden açılmışken, aynı konularla ilgilenen iki ayrı yoldan ve aralarındaki çok önemli farktan söz etmeden geçemeyeceğiz...
Kaynak : Akıl ve İman - Ahmed Hulusi