Message
Bu sözde “vel yevmil âhiri”den sonra, “ve kadere” dememiş, “VE BİL KADERİ” demiş. “B” harfini yine getirmiş burada başa koymuş.
Bunun mânâsı:
“Nesnenin kaderi kendisinde mevcut olarak, o nesne var olmuştur” demektir.
Oluşan birim, kaderi kendisinde mevcut olarak o kaderle mevcut olmuş, var olmuş demektir.
“B” harfinin oluşturduğu mânâ burada odur.
Yani, rastgele bir kader değil!..
Dışarıdaki birinin yazdığı bir kadere göre, ben varım ve ben o programı uyguluyorum, gibi değil!..
Kaderi kendinden gelen bir biçimde, kendi varlığında; kendi programı yapısında, özünde mevcut bir biçimde var olmuş, demektir.
Burası çok önemli ve ince bir noktadır.
“Kadere iman”ın esaslarını yani neye ve nasıl iman edilmesi gerekliliği esaslarını, âyetlerle ve hadislerle izah edeceğim.
Şimdi burada üzerinde durmak istediğim husus şudur:
Birim, varoluş gayesine uygun bir programla yüklenir; ki bu oluş birimin “fıtratı” diye bilinir!.. Daha doğrusu programı, gelen melekî-kozmik etkilerle beyne yüklenir!.. O birimin manevî sûreti, onun programıdır; yani “fıtratı”dır; yani kaderidir!
Bu hususa işaret eden âyet;
“KÜLLÜN YA’MELU ALÂ ŞAKİLETİH” (17.İsra’: 84)
“HERKES YARATILIŞ PROGRAMI (fıtratı - şâkılesi) DOĞRULTUSUNDA FİİLLER ORTAYA KOYAR!..”dır.
Bu hususa işaret eden çok önemli bir âyet daha var:
“FEEKIM VECHEKE LİDDİYNİ HANİYFA...” (30.Rûm: 30)
“VECHİNİ (şuurunu) HANÎF OLARAK(tanrıya tapınmaksızın, Allâh’a şirk koşmaksızın) O TEK DİN’E YÖNELT!”
Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’a bu şekilde bir gerçek bildirildikten sonra evrensel sır açıklanıyor ve bir gerçek daha vurgulanıyor:
“FITRATALLÂHİLLETİY FETAREN NASE ALEYHA* LÂ TEBDİYLE Lİ HALKILLÂH* ZÂLİKED DİYNÜL KAYYİMÜ, VE LÂKİNNE EKSERANNASİ LÂ YA’LEMUN” (30.Rûm: 30)
“FITRATALLÂHİLLETİY FETAREN NASE ALEYHA*”:
“O ALLÂH FITRATI’NA(beynin ana çalışma sistem ve mekanizması) Kİ, İNSANLARI ONUN ÜZERİNE (o ana sistem ve mekanizmayla) YARATMIŞTIR!”
Allâh’ın belli bir gayeye yönelik bir biçimde, belli bir programla meydana getirmesi ile vardırlar.
Allâh onlarda hangi isimlerin mânâlarını açığa çıkarmayı dilemişse, o isimlerin mânâlarını açığa çıkarmaya uygun bir beyin programıyla oluşurlar ve o beyin programının gereğini meydana getirirler!.. Ve bu program da asla değişmez!
“LÂ TEBDİYLE Lİ HALKILLÂH*”:
“ALLÂH YARATIŞINDA DEĞİŞME OLMAZ!”
Bazı müfessirler buradaki “tebdiyle”; “ona bedel bulunmaz” şeklinde tercüme etmişlerse de; buradaki esas ağırlıklı mânâ “değişmezliktir”.
Yani, “O ne gaye ile var olmuşsa, o gaye üzerine yaşamına sonsuza dek devam eder”dir bunun mânâsı... Ve zaten:
“ZÂLİKED DİN’ÜL KAYYIMU”:
“İŞTE BU, DİN-İ KAYYİM’DİR (sonsuz geçerli Sistem, Sünnetullâh’tır)...”
Hükmü de bunu hemen tamamlıyor ve ondan sonra diyor ki:
“VE LÂKİNNE EKSERAN NASİ LA YA’LEMUN”:
“NE VAR Kİ İNSANLARIN ÇOĞUNLUĞU (bu gerçeği) BİLMEZLER.”
Ya nasıl bilirler; işte bugün herkes nasıl biliyorsa öyle bilirler... İşin bu gerçeğini bilmezler!
İşte Allâh’ın, insanların her birini belli bir gayeye uygun olarak, kendindeki mânâları seyretme amacına dönük “fıtrat”la halketmesi konusunu, isteyenler “TEK’İN SEYRİ” isimli kitabımızda ve “Öz’ün Seyri” ve “Tekliğin Esasları” isimli kasetlerimizden dinleyebilirler.
Şimdi, belli bir program üzere kendi kaderi ile, “fıtratı” ile var olmuş olan insanın; sadece kendi çizgisini, kaderini yaşayacağı hususunu vurgulayan; kadere iman esasını anlamamıza yardımcı olacak bazı açıklamalar yapmaya çalışalım...
“ARZDA (bedeninizde - dış dünyanızda) VE NEFSLERİNİZDE (iç dünyanızda) SİZE İSÂBET EDEN HİÇBİR MUSÎBET YOKTUR Kİ, BİZİM ONU YARATMAMIZDAN ÖNCE, BİR KİTAPTA (ilim boyutunda oluşmuş) OLMASIN! MUHAKKAK Kİ BU ALLÂH ÜZERİNE ÇOK KOLAYDIR! (Bunu bildiriyoruz) Kİ ELİNİZDEN KAÇANA ÜZÜLMEYESİNİZ VE SİZE VERDİĞİ İLE DE SEVİNİP ŞIMARMAYASINIZ! ALLÂH ÇOK ÖVÜNEN KİBİRLİ HİÇBİR KİMSEYİ SEVMEZ!” (57.Hadiyd: 22-23)
Kader konusu, insanlığı asırlar boyu meşgûl etmiş bir konudur. Ve genellikle de, bu konuya çok net açıklamalar getiren Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın açıklamaları yeterince değerlendirilememiş; yaşam içinde bu uyarılar ve ilgili âyetlerin mânâları yerli yerine oturtulamamış; bu yüzden de “kader” konusundan insanlar son derece ürkmüşler, korkmuşlar ve hatta bu konuyu konuşmaktan kaçınmışlardır.
Ne var ki; “kader”e hakkıyla iman etmek için, önce “kader”in ne olduğunu bilmek lazım!..
Zira Âmentü’nün esaslarından biri olan “kadere iman”, gerçekte ancak “kader”in ne olduğunu bildikten sonra mümkündür... Aksi takdirde sadece “kader” ismine iman edilmiş olur!
Bilmediğiniz bir şeye “iman” etmek, ancak, o bilmediğiniz şeyin “ismine iman etmek” demek olur! Oysa önemli ve gerekli olan, o şeyin “ismine” değil “mânâsına iman” etmektir!
“Kader” konusunu anlayabilmenin tek bir yolu vardır... O da ALLÂH’ın Vahdâniyetini, Tekliğini, Ahadiyetini ve Vâhidiyetini kavrayabilmekten geçer!
Şayet bir kişi, ALLÂH’ın “Vâhidiyet ve Ahadiyet”ini kavrayamamış ise; o kişinin “kader” konusunu idrak edebilmesine asla ve asla imkân yoktur!
Zira “Kader” konusunu idrak edebilmenin yolu, önce de vurguladığım gibi, Allâh’ın Vâhidiyetini ve Ahadiyetini idrak edebilmekten geçer!
Bunu da herkese anlatabilmek mümkün olmadığı için, “kader” konusunun derinliğine genellikle girilmemiş...
Allâh’ın “Vâhidiyet” ve “Ahadiyet”ini bugüne kadar çeşitli kitaplarımızda ve sohbetlerimizde genişliğine, derinliğine anlattığımız için; sanıyorum bu kitabımızda da artık “kader” konusunun detaylarına girmek gereği hâsıl oluyor.
“Kader” konusunu çözmede çeşitli yanılgılara düşülmesinin en başta gelen sebebi, her seviyeden insana hitap etmesi dolayısıyla, Kur’ân-ı Kerîm’deki “iki yönlü anlatım” tarzıdır.
Kur’ân-ı Kerîm, “ALLÂH” isminin mânâsını tarif sadedinde iki usül, iki yol tatbik eder;
Birincisi, “ALLÂH” isminin işaret ettiği anlamın, insanın anlayışına göre tarifidir.
İkinci tarz “ALLÂH”ın anlatımı ise “ALLÂH’ın bizâtihi kendisini” tarif edişidir.
Bu iki yoldan “ALLÂH” tarifinin Kurân’da, herkesin anlayacağı bir ifadeyle yer almaması, “olayın bütünlüğünü idrak edemeyen” insanlarda çelişkileri meydana getirmiş ve bu çelişkilerin sonunda da olayı çözemeyenlere göre büyük bir kaos oluşmuştur!
İşte bu kaosun sonucunda da “kaderi” değişik mânâlarda anlayan çeşitli “anlayış”lar yani “mezhep”ler meydana gelmiştir.
Kur’ân, bir yönüyle, “insanın anlayışına göre” “ALLÂH” ismiyle işaret edileni tarif eder demiştik...
İnsanın anlayışına göre “ALLÂH”ı tarif tanımlamasına uygun düşen en açık seçik âyet, “ÂYET’EL KÜRSΔ ismiyle bilinen, Bakara Sûresi’nin 255. âyetidir...
Bunun yanında;
“‘HÛ’DUR, EVVEL, ÂHİR, ZÂHİR, BÂTIN (“HÛ”dan gayrı olarak hiçbir şey yoktur)!” (57.Hadiyd: 3)
“BİZ ONA, ŞAH DAMARINDAN DAHA YAKINIZ!” (50.Kaf: 16)
“NEFSLERİNİZDE (Benliğinizin hakikati)! HÂLÂ (fark etmiyor) GÖRMÜYOR MUSUNUZ?” (51.Zâriyat: 21)
“NE YANA DÖNERSEN VECHULLÂH KARŞINDADIR (Allâh Esmâ’sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın)!” (2.Bakara: 115)
Gibi daha birçok âyetler, hep “ALLÂH”ı, insanın anlayışına göre tarif eden âyetlerdir.
Bunu biraz daha açalım.
Mesela “Âyet’el Kürsî”de, Bakara Sûresi’ndeki bu âyeti kerîmede buyurur ki:
“...LÂ TE’HUZUHÛ SİNETÜN VELA NEVM...”
“...O’NDA NE UYUKLAMA (âlemlerden bir an için olsun ayrılık), NE DE UYKU (yaratılmışları kendi hâline bırakıp kendi Zâtî dünyasına çekilme) SÖZ KONUSUDUR...”
Bilindiği gibi “uyuma, uyuklama” hâlleri insana, hayvana ait özelliktir!.. Burada, insanda veya hayvanda oluşan bir hâle nispetle, bu hâle GÖRE “Allâh”ı tanımlıyor ve denilmek isteniyor ki, “O” insandaki bu hâlden münezzehtir!..
Yani, gerçekte, burada “O”nun ne olmadığı, neye benzemediği anlatılıyor!.. Ne olduğu değil!.. Ve insana GÖRE!..
İşte Kur’ân-ı Kerîm’de görülen bu gibi tanımlamalar; yani beşerî değer yargılarına, beşerî kabullere, beşerî vasıflara GÖRE yapılan tanımlamalar, insanın anlayışına izafetle yapılan, “yaklaştırıcı” tanımlamalardır!..
Bunlar hiçbir zaman, mutlak mânâda olduğu üzere, “Allâh”ı anlatmaz!
Sadece, insanlardaki çeşitli tanrı, ilâh kabullerinin dayandığı özellikleri ortadan kaldırmak, silmek, yok etmek amacıyla kullanılan tanımlamalardır bunlar...
Çünkü insanlar, on binlerle sene ötesinden gelen bir biçimde, hep tanrılara veya daha gelişmiş hâli ile “tek tanrıya” tapınma anlayışı içinde olmuşlardır!
Oysa bu anlayışın zirvesine ulaşmış ve onu açıklamakla görevlenmiş olan Efendimiz Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi vesellem; “tanrı ve tanrı kavramının yokluğunu”; “sadece ALLÂH’ın var olduğunu”; “ALLÂH” ismiyle işaret edilen varlığın “tanrılık kavramından münezzeh” olduğunu tebliğ ile görevlenmiş olarak; Kur’ân-ı Kerîm’de, öncelikle “ALLÂH” isminin mânâsının ne olduğunu çok açık seçik bir biçimde vurgulamıştır.
Şayet biz, gerçek mânâda “ALLÂH” isminin mânâsını anlamak istiyorsak, Kur’ân-ı Kerîm’deki, beşere göre “ALLÂH”ı tarif eden âyetlerin sırrını anlamalıyız.
Sonra da buradan ilerleyerek, ALLÂH'ın bizâtihi “ALLÂH”ı anlatması tarzındaki âyetlerin sırrına ermeye çalışmak mecburiyetindeyiz!
Eğer gerçekten Allâh'ı istiyorsanız, beşerî değer yargılarından, beşerî kavramlardan arınıp, saflaşıp; Allâh'ın bizâtihi kendisini anlatışına; kendine göre kendini anlatışına kulak vermek; bütün algılama araçlarımızla, bütün duyularımızla bu hitaba yönelmek mecburiyetindeyiz!
Eğer bunu gerçekleştirememişsek, asla ve asla “kader” olayını ve “kader sırrını” da anlamamız mümkün olmayacaktır.
Bu takdirde de “tanrı ve tanrılık kavramına” dayalı bir biçimde; “tanrı ve tapınanı” ikileminin getirdiği bir düşünce yapısıyla; bir “tanrının iradesi”nden, bir de “tanrıya tapınanların” iradesinden söz etmek anlamına gelen şekilde, “irade-i küll” - “irade-i cüz” ikileminden kendimizi kurtaramayız!
Eğer gerçek anlamda “kader sırrına” vâkıf olmak istiyorsak, önce kelimede değil, lafızda değil, “özde birliği” kavramak zorundayız!
“Özde biriz” derken, “Sen ben o var, ama hepimizin özü birdir” değildir bunun mânâsı!
“Gerçek varlık olarak sadece ALLÂH mevcuttur ve O'nun dışında, O'nun gayrısı olarak, hiçbir varlık vücud sahibi değildir” şeklindedir bunu mânâsı...
Evet, buraya kadar beşerî değerlere ve beşerî anlayışa GÖRE, ALLÂH'ın tariflerinden söz ettik... Ve bu, insanların, tanrı kavramından kurtulması, “ALLÂH”ın ne olduğunun biraz daha iyi bir ölçüde tanınabilmesi için gerekli olan tariflerdir bunlar; dedik...
Mesela;
“ÖNCE VE SONRA, VE APAÇIK ORTADA OLAN VE ALGILANANLARIN ARDINDAKİ HEP O’DUR!” (57.Hadiyd: 3) âyetini ele alalım.
Mutlak mânâda, ayrı ayrı bir “zâhir”, bir “bâtın” vardır da, bunların hepsi de “O”dur; değildir burada anlatılmak istenen!..
Burada, “insana, insanın algılama araçlarına yani beş duyusuna göre, yani insana izafetle “ZÂHİR” vardır, “BÂTIN” vardır”; gerçeği anlatılmak istenmektedir.
Yani, insanın algılayabildiği, tespit edebildiği zâhirdir; tespit edemediği bâtındır! “O” ise zâhir ve bâtın diye bilinen Tek’tir; anlamına işaret edilmektedir.
Ayrıca burada, “O” kelimesi ile işaret edilen varlık, senin hem tespit edebildiğin, hem de edemediğin her şeyin orijinidir; vurgulaması yapılmaktadır.
Görüldüğü üzere burada yapılmakta olan tarif, insanın algılama sistemine göre yapılan tariftir! İnsanın algılama organlarının var ya da yok kabul ettiği şeylere GÖRE yapılan bir tariftir! Mutlak mânâda, “ALLÂH”ı tarif değildir!
Veya bunun gibi bir başka kabulleniş vardır!
Mesela “ALLÂH”ın “Kıdem” ve “Bekâ” sıfatlarından söz edilir... “Önceliksiz” oluşu; ya da “sonsuz” oluşu gibi!
Hâlbuki “ALLÂH”, “öncelik” veya “sonralık”, “devamlılık” veya “devamsızlık” gibi kavramlardan berîdir, münezzehtir! Çünkü, “O”, “ALLÂH”tır!..
Hadîs-î şerîf’te buyrulmaktadır ki;
“KÂN’ALLÂHU VELEM YEKÛN MEAHU ŞEY’A!”
“ALLÂH VARDIR VE O’NUNLA BERABER HİÇBİR ŞEY MEVCUT DEĞİLDİR!”
Eğer bu uyarının mânâsını idrak edersek, fark ederiz ki, böylesine “TEK” olan bir varlığın, önceliğinden veya sonralığından söz edilemez!
Çünkü “öncelik” ve “sonralık” kavramı, var kabul edilenlere göre oluşmuş bir kavramdır... Hâlbuki “ALLÂH sonsuz ve sınırsız Tek”tir, diyoruz ya!..
Şimdi dikkat ediniz, “sonsuz-sınırsız” tarifi dahi gene bir beşerî kavrama nispetledir.
ALLÂH gerçekte, “sonluluk” kavramından münezzeh olduğu gibi, “sonsuzluk ve sınırsızlık” kavramından dahi münezzehtir!.. Böyle bir kavramdan dahi berîdir.
Ama beşerî değerlerle programlanmış, bezenmiş bizler; tanrı kabulünden arınabilmek için, bu izafî değerlere bağlı sonsuzluk sınırsızlık ifade eden kavramlara sığınmak, onlara sarılmak; böylece “ALLÂH” isminin mânâsını anlamaya yaklaşmak zorundayız! Yani, bir zorunluluğun getirdiği tanımlamalardır bunlar!
Oysa “ALLÂH”, bizâtihi kendisini, çok net bir biçimde tarif ediyor...
Ne diyor?
“O ALLÂH AHAD’DIR!”... “SAMED’DİR!”...
Bu, ALLÂH’ın kendi kendisini, kendisine göre tarifidir!
Yani ALLÂH, “Ahad” olması nedeniyle kendisinin dışında bir varlık kabul etmez... Kendisinin dışında bir varlıktan söz etmek mümkün değildir!
İşte bu hususa işaret bâbında “muhalefetün lil’havâdis” yani “sonradan meydana gelmişlerin hiçbirine, hiçbir şekilde benzememe” tanımlaması getirilmiştir.
“Sonradan meydana gelmişlerin hiçbirine benzememe” tanımlamasının mânâsı nedir, burayı anlamamız lazım... Bu husus oldukça derinliği olan bir husustur.
Mutlak olan prensip, ALLÂH’ın “AHAD”iyetidir.
“ALLÂH” isminin mânâsını, “ALLÂH” ismiyle işaret edilen varlığın ana yapısını anlama sadedinde, ilk çıkış noktası “ALLÂH’ın Ahad”oluşudur.
“ALLÂH’ın Ahadiyeti”ni tarif sadedinde Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın şu açıklamasına dikkati çekmiştik:
“ALLÂH vardır ve O’nunla beraber hiçbir şey yoktur!”
“Ahad” olarak var olan varlığın; dışında, gayrısında veya içinde gibi kavramlar olmaksızın, “O”nunla beraber var olan hiçbir şey yoktur!
Peki o zaman şu sualin cevabını anlayalım... Ki ondan sonra, bu“sonradan meydana gelmişlerin hiçbirisine hiçbir şekilde benzemez” ifadesini çözebilelim.
Açıklamaya göre; “ALLÂH’la beraber hiçbir şey mevcut olmadığına” göre; her isimle anılan müsemma yani her ismin işaret ettiği mânâ ALLÂH’ın ilminde var olmuş ilmî sûrettir!
“İlmî sûrettir” demek; “ilimdeki mânâ sûretidir” demektir! Bizim beş duyu ile algıladığımız şekli olan sûret anlamında değil!
İlmî sûret, “ilimde var olmuş anlam” ya da “bilinçteki ilim mânâları” şeklinde de anlaşılabilir...
Demek ki bütün bu an’a kadar duyduğumuz, bildiğimiz, düşündüğümüz, hayal ettiğimiz her şey ve her kavram gerçekte, sadece ve sadece ALLÂH’ın ilminde mevcuttur.
“ALLÂH’ın ilminde” mevcut olan bu mânâlar, ALLÂH’ın yaratmasıyla meydana gelmiştir.
Dolayısıyla kâinat, evren ismi altında, kapsamında var olan, her ismin işaret ettiği varlık, “ALLÂH’ın ilmi, iradesi ve kudretiyle” meydana gelmiştir. İşte bu sebepledir ki, “ALLÂH ALİYM”dir; ilim sahibidir. İlminde her şey mevcuttur.
“ALLÂH MÜRİYD”dir... “Murat eden”dir! İrade sahibidir... Ve “ALLÂH KAADİR”dir... “MUKTEDİR”dir! Kudret sahibidir. Ve o kudretiyle dilediğini meydana getirir.
İşte bu ilmiyle takdir edip, irade etmesi, dilemesiyle o takdir ettiği varlıkları seyri; onların manevî yani kavramsal sûretlerini meydana getirmesi olur!..
Ancak burada anlaşılması gerekli olan önemli nokta şu husustur:
Allâh, ilmindeki sonsuz mânâlar dolayısıyla; bu mânâlara işaret eden Esmâ ül Hüsnâ denilen isimlerinin anlamlarını, kavramalarını dilediği şekilde terkiplendirerek; sonsuz sınırsız sayıda varlıklar meydana getirmiştir.
“O”nun sonsuz sınırsız sayıda meydana getirdiği bu varlıklar; “O”nun, ilmiyle ve ilminde yarattığı varlıklardır!
Dolayısıyla bu yönü itibarıyla, evren ve içinde var olan her birim; mikro planda veya makro planda, mikrokozmosda veya makrokozmosda mevcut olan her birim, yaratılmıştır!..
Mikro veya makro planda var olan her birim, “O”nun ilmiyle, “O”nun ilminden, “O”nun varlığıyla meydana gelmiş olması sebebiyle de; o varlıklarda, “O” varlığının dışında bir şey asla mevcut değildir!
İşte bu son derece önemli iki noktayı hiçbir zaman dikkatimizden kaçırmayacağız.
Nasıl iki göz bir görürse, işte bu “iki” görüş de “bir”liği meydana getirir. Birisinden gâfil kalırsak farkında olmadan ötekinden de uzak düşeriz.
Biraz evvel açıkladığımız üzere, kendi yarattıklarından, kendi var ettiklerinden hiçbirine benzememe özelliği “ALLÂH’ın Ahadiyeti”nin tabii bir sonucudur. Çünkü “O”nun dışında bir varlık asla mevcut olmamıştır!
Hatta bunu ifade sadedinde şu cümle söylenmiştir;
“Ayânı sâbite vücud kokusu almamıştır!”
Ayânı sâbite, bütün bu var olan varlıkların aslı orijini olan ana mânâlardır!
İşte bu sebepledir ki, bütün bu evren ve içinde var olan her şey, “yok”tan var olmuştur! “Yok”tan da ancak “yok” var olur!
Yani, bu ifade ile anlatılmak istenen şey, “Her şeyin Zât-ı ilâhînin ilminde var olması”dır...
Bu yokken var olmuş her şey, sadece ve sadece “Allâh’ın ilmi” ile ve “Kendisinden” vücud bulmuştur.
“Allâh’ın Tekliğini, birliğini” derken, dikkat edin sayısal birlikten söz etmiyorum... Bir tanrı için sayısal birlikten söz edilebilir... Ancak gerçekte, ilim sahipleri indînde Allâh için asla sayısal birlikten söz edilemez.
Burada bazıları hâliyle şu suali soracaklardır... Bugüne kadar bu konuları dinlememiş, bu konulara girmemiş olanların bu suali sormaları da son derece doğaldır...
“Efendim Allâh’ın “Vâhid” ismi var; Kurân’da birçok yerde de “İlâhınız” diye bahsediyor Allâh’tan... Kur’ân, “ilâh” diye Allâh’tan insanlara bahsederken, Allâh’ın “Vâhid” isminden söz ederken; sen nasıl olur da Allâh’ın “İlâh-Tanrı” olmadığını, Allâh’ın “bir” olmadığını söylersin?”
Burada şuna dikkat ediniz!
ALLÂH'ın “AHAD” oluşu MUTLAKtır!..
ALLÂH'ın “VÂHİD” yani “BİR” oluşu ise muzaftır; yani izafîdir; yani GÖRESELdir; yani rölatiftir!..
Bu son derece önemli ve kavranılması da o derece güç bir gerçektir ki, tasavvuf da bundan “HAKİKATLERİN HAKİKATİ” olarak bahsedilmiştir.
Bu konuyu açıklamaya başlarken dedik ki, “ALLÂH” isminin mânâsının insanlara, insanî kavramlara göre tarifi vardır, bir... Bir de, direkt olarak ALLÂH'ın kendini tarifi vardır, iki.
İnsanlık, sayısız tanrılara tapma dönemlerinden, tek tanrıya tapma dönemine kadar gelmiş ve nihayet Efendimiz (aleyhisselâm) ile tebliğ olunmuştur ki;
“TANRI YOKTUR SADECE ALLÂH VARDIR.”
İşte bu akış, bu seyir içinde, insanlara tek varedici idrak ettirilmek için bu hitap biçimine uygun bir surette, “ilâh”tan söz edilmiştir.
“Sizin ilâhınız” yani, sizin o varsaydığınız “İlâh” var ya, işte o “İlâh”, “ALLÂH”tır...
Yani, “ALLÂH”ın, “İlâh-tanrı” olmasından değil; “ilâh-tanrı” ismiyle, varsayımıyla, tasavvuruyla insanda var olan düşüncenin gerçeğinin “ALLÂH” olduğuna işaret edilmiştir.
Birinci anlayış kademesinde, “İlâh”ın “ALLÂH” olduğu belirtilmek istenmiştir...
İkinci anlayış derecesinde idrak edilmesi önemli konu ise, “ALLÂH”ın ne olduğunun fark edilerek; “ALLÂH”ın “ilâh” olmaktan dahi münezzeh olduğunun fark edilmesi ve idrakıdır...
Bu hususu çok iyi anlayalım...
ALLÂH’ın “ilâh” olduğunun anlatılması ayrı şeydir; insanların ilâh diye düşündüğü varlığın gerçeğinin “ALLÂH” oluşunun vurgulanması ayrı şeydir!
Bu iki kavram birbirinden doğu ile batı kadar uzaktır!
Şayet yukarıda açıklamaya çalıştığımız gerçeği anlayabilirsek, işte o zaman, hakkıyla “Allâh”a iman edenlerden olma kapısı bize açılır ve hakkıyla “Âmentü Billâhi” demek fırsatı doğar.
Çünkü hakkıyla Allâh’a “iman etmek”; “izafî benliği” ortadan kaldırır, imha eder, yok eder!..
Hakkıyla, Allâh’a iman edende, “benlik” kalmaz!
Eğer bu açıkladığım hususu anlayabildiysek fark ederiz ki; “ALLÂH” ismiyle işaret edilen varlık, “Zâtıyla mevcut yegâne vücuttur”, varlıktır!
Ve “ALLÂH” ismi dışındaki bütün isimlerle işaret edilen varlıklar, birimler, yaratılmıştır... “ALLÂH” tarafından!.. “ALLÂH”ın ilminde!..
İşte bu sebepledir ki var olan; daha doğrusu ve gerçeği, “var” kabul edilen, “var” sanılan her şey, gerçekte “yok”tur!
Eğer bu gerçeği anlayabildiysek, şimdi bir adım daha ileri gitmeye çalışalım.
“ALLÂH”; “öncelik ve sonralık” gibi zaman kavramı olmaksızın; ilmiyle, ilminde mevcut olan sonsuz mânâları seyretmeyi dilemiş; “MÜRİYD” olması dolayısıyla, kendindeki sonsuz mânâları seyretmeyi “murat etmiş”; bu murat ediş ile birlikte, “Ol dediği şey, anında olur” âyetinde işaret edilen bir biçimde bu mânâların seyri başlamıştır.
İşte “ALLÂH”ın “OL” hükmüyle, yani “MÜRİYD” ismi ile işaret edilen bir biçimde ilmindeki mânâları seyretmeyi murat etmesi; Evren ismi altında olan tüm isimlerle işaret edilen varlıkların meydana gelmesini oluşturmuştur! Bunların “yok”tan var olmasını murat etmesi, hükümdür!
Bütün bunların var olmasını murat etmiş, hüküm vermiştir ki, bu hüküm “ALLÂH”ın “Kazası”dır!
“Kaza”, işte bu “hüküm”dür!
“Kazası”, yani var etme “hükmü” sonucunda; o isimlerin mânâlarının nasıl ve ne şekilde açığa çıkmasını murat etmesi de “O”nun takdiridir.
Bu takdir gereğidir ki, çeşitli ilâhî isimlerin mânâları, sayısız çeşitli bileşimler-terkipler şeklinde belirli anlam sûretlerini meydana getirmiştir.
“Anlam sûretlerini” diyorum, dikkat edin; henüz bu boyutta varlıkların vücudu yok!
Yani, hüküm verdi!
Hüküm, “Ol” emri ile oldu; bu oluşun neticesinde çeşitli Esmâ mânâları seyredilmeye başlandı...
Çeşitli Allâh isimlerinin mânâlarının seyri takdir edildi!..
Bu Esmâ mânâlarının seyrinin takdiri ile birlikte, “Ayânı sâbite” denilen, varlıkların orijinleri, varlıkların orijin ve aslını meydana getiren, ana mânâ grupları meydana geldi...
Ancak dikkatinizi çekerim...
Ben bunları anlatırken elbette bir sıralamadan, bir zamandan bahsediyorum... Oysa gerçekte böyle bir zamanlama ya da süreç söz konusu değil!
Bunların hepsi, bir “an”da olup biten bir şey!..
“OL DEDİ VE OLDU...” anlamında tarif edildiği bir biçimde!
Bu yüzdendir ki, benim bu anlatışım içindeki zamanlama tâbirleri, sizi asla bir zaman kavramına sokmasın!.. Gerçekte, burada zaman diye bir olay yok!
İşte bu mânâların, mânâ gruplarının meydana gelişi, “Takdiri ilâhî”dir!
Esasen;
“ALLÂH MAHLÛKATIN KADERLERİNİ GÖKLERİ VE YERİ YARATMAZDAN ELLİ BİN SENE EVVEL YAZMIŞTIR, TAKDİR ETMİŞTİR.”
Şeklindeki Rasûlullâh açıklamasında bahsedilmekte olan gerçek işte bu boyuttur.
Bu boyutta, henüz bildiğimiz anlamda varlık sûretleri olmadığı gibi, bu varlık sûretlerini meydana getiren Esmâ terkipleri -isimler bileşimleri- de yok daha! Bunların aslî vücudu yok!..
Bu yüzdendir ki, “Ayânı Sâbite vücud kokusu almamıştır” denerek, bu takdir safhasına işaret edilir.
Yani, Allâh’ın ilminde kendi mânâlarını seyretmesi, seyretmeyi hükmetmesi “Kaza”dır...
Bu mânâların seyredilir hâle gelmesini düzenlemesi de mutlak mânâda “Kader”dir...
Burada açıklamakta olduğum “KAZA VE KADER”, halkın anladığı, kitapların yazdığı “kaza ve kader” kavramı olmayıp; bâtınî mânâda, gerçek mânâda, öz mânâda “KAZA VE KADER” kavramıdır.
Şimdi bu kavramların bir de ikinci bölümü var ki; halkın, herkesin anladığı mânâdaki “kaza ve kader” kavramlarıdır onlar.
Zaten bizim bildiğimiz; üzerinde konuştuğumuz; “kader ne kadardır, eni nedir, boyu nedir, ne kadarı bizde var, ne kadarı da onda var; küllü nedir, cüzü ne kadardır” gibi kavramlar, hep bu ikinci bölümde konuşulan kaza ve kader ile ilgili kavramlardır.
Şu an’a kadar bahsetmiş olduğum boyuttaki “KAZA” ve “KADER” ile ilgili değildir!..
Eğer şimdiye kadar anlatılanları anlayabildiysek; şimdi bunun bir basamak daha aşağısına inelim.
Mahlûkatın kaderlerine geliyor sıra...
Mahlûkatın kaderini yazan kim?..
Mahlûkatın kaderini yazan “Rabb-ül Âlemîn”dir...
“Rabb-ül Âlemîn”... Âlemlerin Rabbi, yani âlemler kelimesiyle işaret edilen, sonsuz sınırsız varlıkların meydana getirildikleri Rubûbiyet mertebesidir.
Bütün “Allâh İsimlerinin mânâları”, “ALLÂH” ilminde mevcuttur, dedik.
“Rahmâniyet” mertebesinden, “ilmi ilâhîdeki ilâhî Esmâ’nın toplu hâlde bulunduğu mertebedir” diye söz edilirse de; gerçekte burada topluluktan veya ayrılıktan söz edilemez.
“RAHMÂNİYET”; İlâhî Esmâ’nın hazinesidir, deriz; ki bu da mecazî bir ifadedir... Gerçekte, böyle bir tanımlamadan da münezzehtir “ALLÂH”!..
İşte bu “Rahmâniyet” mertebesinde mevcut olan Esmâ-i ilâhî, “O”nun, “Melikiyet” mertebesi özelliği ile mülküdür.
Bir yönü itibarıyla “Melik”tir, bir yönü itibarıyla “Mâlik”tir.
Ancak, “Melik” ismi, “Mâlik” isminden daha kapsamlıdır.
“Mâlik” ismi; “bir şeyin sahibi” anlamındadır.
“Melik” ise o şeyin hem sahibi, hem de “o şeyler üzerinde mutlak hükümdar” olandır.
Yani “ALLÂH”ın “Melikiyet”i; “kendi Esmâ’larını dilediği gibi açığa, ortaya çıkarması, seyretmesi” anlamındadır.
“DİLEDİĞİNİ YAPAR.” (2.Bakara: 253)
“YAPTIĞINDAN SUAL SORULMAZ!” (21.Enbiyâ’: 23)
Bu âyetler “O”nun “Melikiyeti”nin eseridir.
“Melikiyet” mertebesinin tenezzülü ile “Rubûbiyet” mertebesi oluşur.
“Rubûbiyet” mertebesi çeşitli Esmâ’nın, çeşitli terkipler-bileşimler şeklinde açığa çıkmasını sağlar. Bu Esmâ, çeşitli terkipler şeklinde ortaya çıktığı anda “abd” meydana gelir...
“Rab” yani “Allâh isimleri”nin bir terkip -bileşim- hâli, bir birimin, bir isim ardındaki varlık hâlinde ortaya çıkışını sağlar. İşte bu ortaya çıkış “Rubûbiyet” mertebesinin hükmünün zâhir oluşudur.
Kul, Rabbine tâbidir!
“HAREKET EDEN HİÇBİR CANLI YOKTUR Kİ ONUN ‘Bİ’NASİYESİNDE (alnında-beyninde var olarak/beyninden) TUTMUŞ OLMASIN (Fâtır’ın beyni programlaması)!..” (11.Hûd: 56)
Âyeti işte bu gerçeğe işaret eder.
Yani, o varlığı bulunduğu hâliyle yaşatan; “ALNINDA” -alnının arkasındaki beyninde- açığa çıkan, Esmâ terkibinin oluşturduğu program, onun Rabbidir... Çünkü onun varlığı, kendisinin Rabbi olan Esmâ terkibinin tabii sonucudur...
Yani “birim” ismi; kendini meydana getiren isimler bileşiminin adıdır.
Kendisini meydana getiren o Esmâ terkibinin -isimler bileşiminin- dışında, birimin bir varlığı mevcut değildir.
Eğer, o ismin ardındaki, o ismin karşılığı olan Esmâ terkibini ortadan kaldırırsanız; ismin arkasındaki varlık da ortadan kalkar!
Hangi isimle isimlenen, hangi varlık, hangi birim olursa olsun; o ismin ardındaki varlık bir Esmâ terkibidir; yani Rabbin bir isimler bileşimi şeklinde kendi varlığını aşikâre çıkartmasıdır.
Bu yüzdendir ki...
Birimin, hiçbir şekilde, Allâh’ın Esmâ’sı dışında, bir zerre varlığı mevcut değildir!.. Ve bu sebepledir ki, abd, Rabbinin mutlak olarak kuludur!..
Abd, Rabbine kulluk etmededir! Her hâlükârda!
Abd’ın Rabbine kulluk etmemesi asla düşünülemez ve hayal bile edilemez... Tasavvur bile edilemez...
Çünkü Abd’ın, Rabbinin varlığı dışında hiçbir şeyi yoktur! Sadece ismiyle, Rabbinden ayrı düşmüştür abd!..
Bunu tarif sadedinde basit bir misal vermişlerdir ama, bu misalin kelimelerinde kalınırsa yine olaydan çok uzak düşülür.
Suyun çeşitli kalıplarda donarak, değişik sayısız buzdan heykeller meydana getirmesi ve bu buzdan heykellere değişik isimler verilerek, sayısız değişik varlıklar varmış sanılması hâlini düşünün!..
Birinin adına insan demişsin, diğerinin adına cin, bir diğerinin adına melek, ya da dağ, deniz v.s. demişsin!
Ne var ki, buzdan birimlerin isimlerinin ardındaki varlık olan o buzdan heykelleri erittiğin zaman, buz, aslı olan suya döner!..
Şimdi, “abd”, “Rabbin Abdı” olduğuna göre…
“Abd” ismiyle, “Kul” ismiyle işaret edilen varlık; belli ilâhî isimlerin mânâlarının, bir bileşim hâlinde bir araya gelerek bir anlam oluşturması olduğuna göre... Ayrıca, o abdın, başka bir tanrıdan, başka bir ilâhtan, başka bir varlıktan almış olduğu bir aklı, bir şuuru, bir idrakı ve bir iradesinden acaba söz edilebilir mi?..
İşte geldik işin tâbiri câizse, püf noktasına...
Varlığın aslını, hakikatini, özünü bilmeyenler; hakikate ermemiş olanlar; yani her şeyi beş duyu sınırları içinde değerlendirme özelliği ile bezenmiş mübarek varlıklar; elbette kendilerinde belli bir bağımsız akıl, belli bir bağımsız irade, belli bir bağımsız kudret, belli bir bağımsız güç olduğunu düşünecekler ve bu düşünceleriyle o güzel ve mükemmel hayatlarını yaşayıp, bu dünyadan geçip gidecekler!!!
Şurası kesin ki, Allâh dilediğini yapmadadır ve yaptığından sual sorulması söz konusu olmaz!
Sual sorulmaz; çünkü, sual soracak ikinci bir varlık yoktur!
“VE MA TEŞÂÛNE İLLÂ EN YEŞÂALLÂH...” (76.İnsan:30)
“ALLÂH DİLEMEDİKÇE SİZ DİLEYEMEZSİNİZ!”...
Evet, dikkat buyurun...
“Siz isteyemezsiniz, ALLÂH istemedikçe” çevirisi yanlıştır!
Bu âyetin gerçek mânâsı;
“Siz isteyemezsiniz, isteyen ALLÂH’tır!”...
Ve bu mânâyı anlarsak, fark ederiz ki, iki tane isteyen varlık yok!
“Biri istiyor da, onun isteği üzerine ötekinde de istek meydana geliyor” gibi bir kavram kesinlikle söz konusu değil!
İşte, “ve ma teşâûne illâ en yeşâallâh” âyetinde de bu husus vurgulanır...
Gerçekte isteyen tek varlık, yani MÜRİYD ALLÂH’tır! İRADE sadece ALLÂH’ındır. Ve, O, murat ettiğini OL hükmüyle meydana getirir.
İşte bu gerçeğe işaret sadedinde denir ki;
“Kaldır kendini aradan, ortaya çıksın Yaradan.”
Kendini aradan çıkartırsan, kaldırırsan; yani “Allâh’tan ayrı bir varlık olarak varım” varsayımından, zannından kurtulursan; varlıkta mutlak MÜRİYD yani İRADE EDEN ve RAB olan ALLÂH dışında bir şey mevcut olmadığını açık seçik fark edersin.
“HÂLBUKİ SİZİ DE YAPTIKLARINIZI DA ALLÂH YARATMIŞTIR!” (37.Sâffât: 96)
ALLÂH “yaratmıştır” kelimesiyle işaret edilen mânâyı biraz evvel izah etmiştik. Yani, varlıkların yaradılışı demek, “İLİM” boyutunda Esmâ mânâlarının takdiri, hükmüdür!
Varlıkların meydana gelişiyle, bu varlıkların meydana gelişinin tabii sonuçları olarak onların fiilleri meydana gelir...
Daha açık bir ifadeyle anlatmaya çalışalım...
Fiiller, belli bir mânânın dışarıdan algılanan şeklidir!
Belli bir mânânın varoluşunun doğal sonucu ve algılanış şekli, fiildir! Yani her fiil, gerçeğiyle mânâdır!..
Dikkat ediniz, “mânâ ihtiva eder” demiyorum!.. Birimin algılama şekline göre, “mânâ ifade eder”dir, bunun anlamı, ama ben bunu demiyorum!
Fiil, mânâdır; mânânın ta kendisidir!
O “mânâ”, algılama aracına bağlı olarak “fiil” şeklinde değerlendirilir!
İşte burayı çok iyi anlamak lazım... Çünkü, çok ince bir “sır”dır bu ve konunun önemli “püf” noktalarından bir tanesi de burasıdır!
Esas var olan mânâdır!..
Mânânın, fiil şeklinde algılanışı, algılama aracı dolayısıyladır!
Eğer şu açıklamaya çalıştığım cümleyi anlamazsak, kesinlikle “ALLÂH vardır ve O’nunla beraber hiçbir şey yoktur” cümlesinin mânâsını da anlayamayız!.. Lafını eder, ezberler, kelimeleri tekrarlarız, ama mânâsını kavramamız asla mümkün olmaz!
Efâl boyutu denen; algılama araçları ile var görünen; var kabul edilen; var sayılan; tüm fiiller, orijinde mânâ olarak mevcuttur ve “fiiller boyutu” denen “kesret âlemi” için, bu sebeple denmiştir ki;
“HER ŞEY HAYALDEN İBARETTİR; ÂLEMLERİN ASLI HAYALDİR.”
Çünkü kesret yani çokluk kavramı içine giren her şey, Allâh isimlerinin anlamlarından başka bir şey değildir!..
Eğer, siz henüz şuur boyutunda yaşayabilme; benliksiz bir biçimde, varlığın Tekliğini seyredebilme özelliğine sahip değilseniz; sizin için çokluk âlemi mevcuttur! Ve siz kesret âleminin kurallarına göre yaşarsınız!.. Ve bu yaşamınızın doğal sonucu olarak, bütün beşerî değerler, kavramlar geçerlidir.
Ayrıca sanmayınız ki; bu bahsedilen âlemleri yaşadığınız zaman, şu içinde bulunulan âlem ortadan kalkar; hayır!..
Her boyut kendi algılayıcısıyla varlığını sürdürür ve;
“ALLÂH, ÂDEM’İ KENDİ SÛRETİ ÜZERE MEYDANA GETİRDİ, YARATTI…”
Anlamındaki Rasûlullâh uyarısı gereğince de, İnsan ismi altında, Zât boyutu, Sıfat, Esmâ boyutu ve Efâl boyutu mevcuttur.
Bu yüzdendir ki; Zât boyutunun, erdiyseniz hakkını verirsiniz; Sıfat ve Esmâ boyutunun, erdiyseniz hakkını verirsiniz; Efâl boyutunun da ayrıca hakkını vermek zorundasınız!.. Çünkü bu dört boyut da sizin varlığınızda mevcuttur!
Şu an’a kadar anlattığımız hususlarda, Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın açıklamaları ve Kur’ân-ı Kerîm’de işaret edilen gerçeklerden anlayabildiğimiz kadarıyla, Allâh’ın kazası ve takdiri ile; Allâh’ın varlığı meydana getirişi ve bu konudaki takdiri üzerinde durduk.
Şayet buraya kadar anlattıklarımızı yeterince açıklayabildiysek, bundan sonrasını da son derece rahatlıkla anlayıp çözebiliriz.
Ancak bu bölümü anlamadıysak, “ALLÂH” isminin mânâsını şayet kavrayamadıysak; bu mânâ bize açılmadıysa; muhakkak ki herkesin anladığı mânâda “bireysel kader” konusunda birtakım sorularımız olacak ve “Ben burayı bir türlü anlayamıyorum” diyeceğiz.
Kaynak : Akıl ve İman - Ahmed Hulusi