Message
Resul, Kur’an-ı Kerim
Hz.İsmail’in soyundan
Mekke, Medine, 571
Miladi takvime göre 571 yılının, 20 Nisan günü bir Pazartesi sabahıydı. Mekke şehrinin küçük, mütevazi ve biraz da mahzun evlerinin birinde bir bebek dünyaya geldi. Kureyş kabilesinin soylu hanımlarından Vehb’in kızı Amine yavrusunu sevgiyle bağrına basarken, altı ay kadar önce, Medine’de ölmüş olan sevgili eşi Abdullah’ı düşündü.
Mekke’nin reisi Abdulmuttalib beklediği müjdeyi alınca hemen torununu görmeye koştu. Sevgili oğlu Abdullah’ın yetimini kucağına aldığında dünyanın bütün acı ve sıkıntılarını unuttu. Genç anne Amine, kayınbabasından oğlunun ismini “Muhammed” koymasını rica etti. Çünkü o daha doğmamışken rüyasında nice müjdeler almış ve isminin Muhammed olacağı söylenmişti. Oğlunu genç yaşta kaybeden Abdulmuttalib, torunu Muhammed’in bakımını kendisi üstlendi.
İnsanlığın en buhranlı günlerinin yaşandığı, zulüm ve haksızlıkların son safhaya ulaştığı, korkunç ve karanlık günlerden birinde doğmuştu Hz.Muhammed. Yoksulların, kölelerin, kadın ve çocukların akıl almaz baskılarla yok edildiği acılı günlerdi o günler. Bir kız çocuğu doğdu diye utanç içinde kalan ve o biraz büyüyüp yedi sekiz yaşına geldiğinde elinden tutarak bir çukurun başına götürüp diri diri gömen ve zavallı yavrusunun çığlıklarını duymamak için kulaklarını tıkayan babaların yaşadığı günlerdi.
Mekke’nin reisi olan Abdulmuttalib gerçekten akıllı ve büyük bir insandı. Babasının ismi Haşim, annesinin ismi Selma idi. Annesi Selma, Medineliydi ve Neccaroğulları’ndan Amr’ın kızıydı. Haşim de, Kureyş’in ileri gelenlerinden ve liderlerinden biriydi. Özellikle Mekke’ye gelen hacıların ağırlanması, onların su ve yemek işlerinin görülmesi için gayret gösterir; son derece cömert davranırdı.
Abdulmuttalib daha önceleri üzeri kapanan ve yeri belirsiz hale gelen Zemzem suyunu bulup çıkartınca ünü ve saygınlığı daha da artmıştı. Onun Kabe’yi yıkmak için Yemen’den çıkıp gelen Ebrehe karşısında takındığı tavır da bunu perçinlemişti.
Peygamberimizin doğumundan 52 gün kadar önce yaşanan ve Kur’an-ı Kerim’de de bahsesilen ‘Fil Vakası’nda yüce Allah Kabe’yi Ebrehe ve ordusunun saldırısından korumuş, onların üzerine gönderdiği ebabil kuşlarının attığı küçük taşlar düşman ordusunu paramparça etmişti.
Hz.Muhammed, doğumundan bir süre sonra, daha sağlıklı yetişmesi düşüncesiyle bir süt anneye, Beni Sa’d kabilesinden Halime isimli bir hanıma teslim edildi. Peygamberimiz dört yaşına kadar sütannesinin yanında kaldı.
Amine, oğlu altı yaşına geldiğinde, onu dayılarını ziyaret için Medine’ye götürdü. Bu vesile ile kocası Abdullah’ın Medine’de bulunan kabrini de ziyaret etme fırsatı bulacaktı. Bir süre Medine’de kaldılar ve dönüş yolculuğu sırasında Amine hastalandı. Mekke ile Medine arasında bulunan Ebva isimli bir yerde genç kadın vefat etti.
Muhammed aleyhisselam sekiz yaşında iken dedesini de kaybetti. Abdulmuttalib vefat ederken, torunu Muhammed’in bakımını amcaları içinde en şevkatli olan Ebu Talib’e emanet etmişti. Ebu Talib, babasının vasiyeti üzerine yeğeni Muhammed’i himayesi altına aldı. Onu kedi çocuklarından ayırmayarak, hatta onlara tercih ederek barındırdı. Ebu Talib’in hanımı aynı zamanda Hz.Ali’nin de annesi Fatıma da, kendilerine teslim edilen küçük Muhammed’i koruyup kollamakta kocasından hiç de geri kalmamıştı. Peygamberimiz de Hz.Fatıma’nın iyiliklerini hiç unutmamış, onu annesi gibi görmüştür. Hz.Fatıma İslam ile şereflenmiş olarak Medine’de vefat etmiştir.
Peygamberimiz 25 yaşına gelince Kureyş’in asil kadınlarından biri olan Hz.Hatice ile evlendi. Daha önce başından iki evlilik geçen ve iki kocası da vefat ettiği için dul kalmış olan Hz.Hatice, kırk yaşında, zengin bir hanım dı. Bir takım adamları ücretle tutar ticaret yapardı. Bir seferinde de Hz.Muhammed aleyhisselam’ı mallarının başında Şam istikametine göndermiş, dürüstlüğüne ve ahlakına hayran kalarak kendisiyle evlenmek istemişti.
Hz.Hatice Peygamberimizle mutlu bir evlilik kurdu. İlk iman eden hanım olma şerefine kavuştu ve Resulullah’ın yedi çocuğunun annesi olma bahtiyarlığına erişti. Doğan ilk çocuklarına Kasım ismini verdiler. Bu sebeple Hz.Muhammed aleyhisselam’a “Kasım’ın Babası” manasına “Ebu’l-Kasım” lakabı verildi. Kasım’dan sonra Tahir ve Tayyib (Abdullah) isimli iki oğulları ile Rukiye, Ümmü Gülsüm, Zeynep ve Fatıma isimli kızları dünyaya geldi. Kasım, Tahir ve Abdullah küçük yaşlarda vefat ettiler. Kızlardan da sadece Hz.Fatıma Peygamberimizden sonra vefat etti.
Yıllar çabucak gelip geçmiş ve Hz.Muhammed aleyhisselam kırk yaşına erişmişti. Ruhi sıkıntılar ve bitip tükenmez kederler içindeydi. Çünkü toplum koyu bir cehalet ve günah içinde kıvranıp durmaktaydı. Kavmi Kureyşliler Allah’ın evi Kabe’yi putlarla doldurmuşlar; içki, kumar ve fuhuş bataklığına düşmüşlerdi. Gördüklerine dayanamıyor, insanlardan kaçmak, yalnız ve kimsesiz yerlerde düşüncelere dalmak istiyordu. Son yıllarda bu isteği daha da kuvvetlenmiş, özellikle Ramazan aylarını Hira mağarasında geçirmeyi alışkanlık haline getirmişti.
Son birkaç senedir kendisinde garip ve anlaşılmaz haller seziyordu. Geceleri gördüğü rüyaları, uyandığı vakit aynen gerçekleşmiş görüyor; bazı cansız eşyaların kendisiyle konuştuğuna şahit olup şaşırıyordu.
610 senesinin Ramazan günüydü ve Hz.Muhammed aleyhisselam Hira’daki yalnızlığına gömülüp düşüncelere dalmıştı. Kendisinden başka hiç kimsenin bulunmadığı bu yerde birden açık ve net bir ses duyarak irkildi. Ses:
“Oku!” diyordu.
Şaşkınlık ve korku içinde:
“Ben okuma bilmem” diye cevap verdi.
Sesin sahibi melek onu kucaklayıp takatı kesilinceye kadar sıktıktan sonra tekrar:
“Oku!” dedi. Yine:
“Ben okuma bilmem” cevabını verdi.
Melek üçüncü defasında:
“Oku!” deyince,
“Neyi okuyayım?” diye sordu.
Şimdi meleğin sesi yükselmişti:
“Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku!
O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O, insana, kalemle yazmayı öğretti.”
Hz.Muhammed aleyhisselam aynı kelimeleri tekrarladı. Melek gidince uykudan uyanır gibi oldu. Sanki kalbine bir kitap yazılmıştı.
Mağaradan çıkıp dağın ortasına geldiği vakit gökten şöyle bir ses duydu:
“Ey Muhammed! Sen Allah’ın Resulusun, ben Cebrail’im.”
Başını kaldırıp göğe baktı. Cebrail’i bir insan suretinde gördü.
Evine gidip olanları hanımına anlattı. Sadık zevcesi Hz.Hatice onu teskin ettikten sonra hemen amcasının oğlu Varaka’nın yanına koştu. Varaka Tevrat ve İncil’i bilen, alim bir ihtiyardı. Hz.Hatice’yi dinleyince:
“Allah’a yemin ederim ki, eğer bu söylediklerin, anlattığın gibi ise, ona, Musa’ya gelen büyük melek, Namus-u Ekber gelmiş. O bu ümmetin peygamberidir. Kendisine söyle, sabretsin. Kavmi onu vatanından çıkacak. Keşke o gün ben sağ olsam da ona yardım etsem.”
İşte ilk vahiy böylece nazil olmuş ve risalet görevi başlamıştır. Hz.Muhammed aleyhisselam önce kendi yakınlarının iman etmelerini, ancak bu işi bir süre gizli tutmalarını istedi. Hz.Hatice’den sonra sırasıyla evlatlığı Zeyd, kölelerden Bilal-i Habeşi, bakımını ve terbiyesini üstlendiği yeğeni Hz.Ali ve en yakın arkadaşı Hz.Ebubekir Müslüman oldular.
Bu sırada Cebrail aleyhisselam gelerek Peygamberimize abdest almasını ve namaz kılmasını öğretti. Resulullah eşiyle birlikte gizlice namaz kılıyordu.
Daha sonraki günlerde yüce Allah, Peygamberine, İslam’ı açıkça ilan etme emri verdi. Bir gün Safa Tepesi üzerine çıktı ve etrafına toplanan Kureyşlilere Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini ilan etti.
Kureyş’in ileri gelen bazı azgınları ki bunların arasında Peygamberimizin amcası Ebu Leheb de vardı, İslam’ı kabul etmediler. İyi kalpli, temiz kimselerden olan Hz.Osman, Talha b.Ubeydullah, Zübeyr b.Avvam, Abdurrahman b.Avf, Sa’d b.Ebi Vakkas ve nihayet Hz.Ömer gibi yüksek şahsiyetler ise İslam’ı kabul ettiler. Amcası Ebu Talib de, İslam’ı kabul etmemekle beraber, daima Peygamberimizi koruyor, başarılı olması için her türlü fedakarlığa katlanıyordu.
Kureyş ileri gelenleri bir süre sonra zor kullanarak ve işkencelere ile Müslümanları dinlerinden döndürmek için uğraşmaya başladılar. Aynı zamanda köle olan Hz.Ammar’ın babası Yasir ve annesi Sümeyye İslam’ın ilk şehitleri oldular.
Müşrikler bunlarla da yetinmeyip Müslümanlara karşı boykot ilan ederek onlarla olan bütün münasebetlerini kesmeye kalkıştılar. Üç yıl kadar süren bu acımasız boykot sırasında sevgili Peygamberimiz ve kendisine iman edenler, görülmemiş yokluk, eziyet ve işkence çektiler. Bu günler içinde Hz.Hatice ve Ebu Talib de vefat etti.
Sevgili Peygamberimiz bir gece acı ve hüzün içinde Kabe’nin duvarı dibinde oturmuşken yüce Allah kendisini teselli etmek ve hiçbir peygambere nasip etmediği büyük bir ikramda bulunmak için onu kendi katına çıkardı. Resulullah’ın en büyük mucizelerinden biri olan ‘Miraç’ hadisesi gerçekleşti.
Eziyet, işkence ve zulmün dayanılmaz olduğu günlerde Peygamberimiz, bazı arkadaşlarının Habeşistan’a hicret etmeleri iznini verdi.
Daha sonraki yıllarda bütün Müslümanların Medine’ye hicret edebilecekleri duyuruldu. 13 yıl kadar süren Mekke döneminden sonra sevgili Peygamberimiz, en yakın arkadaşı Hz.Ebubekir’i de yanına alarak Mekke’den Medine’ye hicret etti.
Bu zor ve tehlikeli yolculuğa çıktığında Peygamberimiz, düşmanlarını şaşırtmak için, gideceği Medine istikametine değil de Sevr Dağı’na yönelmişti. Orada bir mağarada üç gün kadar gizlendiler ve kendilerini arayan müşrikler mağaranın kapısına kadar geldikleri halde onların içeride olabileceğine ihtimal vermediler. Zira Resulullah’ın ve arkadaşı Hz.Ebubekir’in içeri girmesinden sonra bir güvercin mağaranın ağzına yuva yapmış, bir örümcek de ağını örmüş bulunuyordu.
Peygamberimiz ve arkadaşı Hz.Ebubekir, ıssız vadilerden, sarp ve yalçın dağlardan geçip Medine yakınlarındaki Kuba’ya kadar geldiler. Kendilerini karşılamaya çıkan müminler tarafından bir bayram havası içinde karşılanarak Kuba’da on dört gün kadar misafir edildiler. Bu süre içinde yüce Allah’ın “Temeli takva üzerine atılan mescid” diye övdüğü Kuba Mescidi’ni kurdular. İlk Cuma namazı burada kılındı.
Medineliler daha önceki yıllarda Mekke’ye gelip Akabe mevkiinde Resulullah’ı dinlemiş ve Müslüman olmuşlardı. Onun kendi memleketlerine gelmesini büyük bir heyecan ve sevinçle karşıladılar. Medine İslam devletinin kurulduğu şehir oldu. Ve daha önceki ismi Yesrip olan bu şehre bundan sonra, “Nurlanmış Şehir” manasına gelen “Medine-i Münevvere” ismi verildi.
Mekke’den Medine’ye göç edenlere “Muhacirler”, Medine’de onlara kucak açanlara yardım ediciler manasına gelen “Ensar” denildi. Muhacirler ve ensar arasında kardeşlik ilan edildi.
Bu arada İslam’ın hızla yayıldığını ve artık bir devlet haline geldiğini gören Mekke müşrikleri Ebu Cehil’in komutasında büyük bir ordu hazırlayarak Bedir’e kadar geldiler.
Peygamberimiz de 300 kişilik küçük ordusu ile onları Bedir’de karşıladı. Yüce Allah’ın yardımıyla Peygamberimiz ve ashabı zafer kazandılar.
Sevgili Peygamberimiz mecbur kalmadıkça savaşa girişmiyor, hiç kimseyi incitmek istemiyordu. Onun tek arzusu vardı. Herkes İslam’a girerek dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşsun istiyordu. Ancak müşrikler yine boş durmadılar. İslamı ve onun peygamberini yok etmek için ertesi yıl daha büyük bir güçle Medine’ye saldırdılar. Uhud Dağı’nın eteklerinde yapılan muharebede önce Müslümanlar zafer kazandıysa da sonra müşriklerin üstün geldiği görüldü. Başta Hz.Hamza olmak üzere yetmiş kadar Müslüman şehit edildi. Bu savaşta Peygamberimiz de yaralanmış, mübarek dişi kırılmıştı.
Hicretin yedinci yılında Peygamberimiz Mekke’nin hemen yakınında bulunan Hudeybiye mevkiinde Kureyş müşrikleri ile bir anlaşma imzaladı. Buna göre on sene boyunca birbirleriyle savaşmayacaklarına söz verdiler. Müslümanlar gelecek senenin hac mevsiminde, silahsız olarak, Mekke’ye girip kutsal görevlerini yapabileceklerdi.
İlk bakışta Müslümanların zararına gibi görünen ve bazı ağır maddeleri de bulunan anlaşma, aradan kısa bir süre geçince müşriklerin aleyhine dönmeye başladı. Zaten yüce Allah da bunun bir fetih olduğunu beyan etmişti.
Müşrikler on sene dolmadan anlaşmalarını bozdular ve elbette bunun bedelini de Mekke’nin Müslümanlar tarafından fethedilmesiyle ödediler.
Allah’ın sevgili elçisi hiçbir gurura kapılmadan girdiği Mekke’de kimseye kötülük yapmayacağını, kimseyi cezalandırmayacağını duyurdu. Kabe’nin içindeki putları birer birer kırarken: “Hak geldi, batıl zail oldu. Zaten batıl her zaman yok olmaya mahkumdur.” mealini taşıyan ayetleri okudu.
Hicretin onuncu yılına gelindiğinde Peygamberimiz 63 yaşına erişmiş bulunuyordu. Artık Medine’den dışarı çıkmamakta; daha çok ailesi ve ashabı arasında günlerini geçirmekteydi.
Son bir kez daha Mekke’ye giderek Hac vazifesini yerine getirmek istedi. Arabistan’ın dört bir köşesine yaymış olduğu İslam dininin kemale ermiş olduğunu ve tamamlanmak üzere bulunduğunu hissediyordu. Artık 23 seneden beri nazil olan Kur’an ayetleri sona erecek ve sevgili Peygamberimiz en yüce dosta, yani Allah’a kavuşacaktı. Vefatının yaklaşmış olduğunu hissediyor, yapması gereken son işleri de tamamlamak istiyordu.
Hac mevsimi geldiğinde arkadaşları ile birlikte Mekke’ye geldi. Arabistan’ın dört bir köşesinden Mekke’ye akın eden Müslümanların sayısı yüz bini aşmıştı. Arafat meydanında mahşeri bir kalabalığa Veda Hutbesi’ni okuyan Hz.Muhammed aleyhisselam, bütün dünyaya, son mesajlarını da iletmiş oldu.
Resulullah ve ashabı Hac vazifesini tamamladıktan sonra tekrar Medine’ye döndüler. Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra Peygamberimiz hastalandı. Rahatsızlığının artması üzerine hanımlarıdan Hz.Aişe’nin odasına çekildi. Sekiz gün kadar yattıktan sonra da yüceler yücesi ruhunu, her şeyin sahibi olan ulu Allah’a teslim etti. Peygamber efendimiz vefat ettiği yere, Hz.Aişe’nin odasına defnedildi.
VEDA HUTBESİ
Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Biliyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım.
İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl bir mübarek şehir ise; canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.
Ashabım! Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. O da sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakin benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki burada bulunan kimse, bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.
Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. Cahiliyetten kalan bu çirkin adetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalibin oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir. Lakin ana paranız size aittir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız.
Ashabım! Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu İlyas bin Rabia’nın kan davasıdır.
Ey insanlar! Muhakkak ki şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsınız bu da onu memnun edecektir. Dinimizi korumak için bunlardan da sakınınız.
Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahtan korkmanızı tavsiye ederim. Siz, kadınları Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah'ın emri ile helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırsa Allah size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve adete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.
Ey müminler! Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler Allahın kitabı Kur'an-ı Kerim ve Peygamberinin sünnetidir.
Müminler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz. Müslüman müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslüman kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.
Ey insanlar! Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanın mirastan hissesi ayrılmıştır. Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuş ise ona aittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan köle Allahın meleklerinin ve bütün insanların lanetine uğrasın. Cenab-ı Hak bu gibi insanların ne tevbelerini ne de adalet ve şehadetlerini kabul eder.
Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Ademin çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arap'ın Arap olmayana Arap olmayanın da Arab üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahi bir köle başınıza amir olarak tayin edilse sizi Allah'ın kitabı ile idare ederse onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba oğlunun suçu üzerine oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz. Dikkat ediniz! şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız: Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız. Allah'ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı haksiz yere öldürmeyeceksiniz. Hırsızlık yapmayacaksınız. İnsanlar "La ilahe illallah" deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emir olundum. Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allah'a aittir.
İnsanlar! Yarin beni sizden soracaklar ne diyeceksiniz? Sahabe-i kiram hep birden şöyle dediler;
"Allah’ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz, diye şehadet ederiz."
Bunun üzerine Resul'u Ekrem Efendimiz şehadet parmağını kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu;
"Şahid ol Yarab! Şahid ol Yarab! Şahid ol Yarab!"